İki kişiden ancak arkadaş olur, çift üç kişiden oluşur.
“Çok okumam gerek”…çok okumam gerek. Böyle diyorum gezinirken kitapçıda, sevişirken kitap kapaklarıyla, heyecandan raflar devirirken ve tanımadığım adamlara gülümserken. “Okuyabilmek için insanın kendisini sevmesi gerekir, azıcık da olsa” demiş John Berger, onu hatırlayıveriyorum birden. Sonra kelimeler, sözler, kavgalar, dövüşler… “önce sevmen gerek ama, birazcık da olsa”lar…Kendimi o kadar önemsiyorum ki ben, birden aklıma bu kalıbı John Berger’den de önce benim kurduğum fikri geliyor…kendimi o kadar önemsiyorum ve insanlar o kadar anlamıyor ki bunun esasında beni mutlu etmediğini, içimdekinin basit bir şımarıklıktan ibaret olmadığını anlamıyor insanlar, hissettiğim her duyguyu ta en dibine kadar kemiklerime işleyene ve beynime kazınana kadar derinlerde yaşadığımı anlayamıyorlar, kavga ettiğimde en çok kendimi yaraladığımı bilmiyorlar, öyle gecelerin sabahlarında yalnızca Küçük Prens’in içimdeki şeytanları kovalayabildiğini bilmiyorlar.
Böyle anlarda “insanlar” derken tek bir kişiden bahsettiğimi bilmiyorlar.
Buraya en son babamla gelmiştim…ölü bir baba, çok okuyan çok yazan, çok ilgisiz ve çok kızan bir baba. Sevdiğim tüm adamlar gibi, sevdiğimi itiraf edemediğim, çokca nefret ettiğim bir adam. Bu kadar çok okumasaydı keşke, hayranlığımı sadece bu noktaya uyandırmasaydı, ilgisiz duyarsız kapalı ve kör orospu çocuklarına aşık olmamı sağlamasaydı Freud’u doğrularcasına. Bir ameliyat öncesi, içimde içimi harekete geçiren hiçbir his yok, uyumak istiyorum yalnızca, geri dönüp uyumak istiyorum, orada yatan adam hayatıma engel oluyor ve bunu kimseye anlatamıyorum…Vicdandan bahsetmeyin bana, vefadan, hakkaniyetten bahsetmeyin…ben sadece uyumak istiyorum! “Anneni yalnız bırakma” diyor, gözümün içine baka baka sahtekarca günah çıkarıyor karşımda ve ben sadece “Yalnız mıydı sanıyorsun? Senin yokluğun onun için bir şey ifade ediyor muydu sanıyorsun? Bunca yıldır neredeydin sen?! Ölsen fark edecek mi sanıyorsun?Ben vardım zaten…hep ben vardım, sadece ben vardım, ben ben ben!!!!” diye bağırmak istiyorum; ama senelerdir beynime işlenmiş olan o politik sosyal normlar, ayıplar günahlar durduruyor beni “tamam” diyorum sadece, uzun zamandır ilk defa haykırmak isterken tamam diyorum. Öleceğini zannediyor, öleceğini hissediyor, biliyorum. Odadan çıktığım anda “geber pezevenk!!” diyorum, elbisemin aşağı kaymış olan sağ üst köşesine, ağzımdan çıkan küfüre, günlerdir eve gitmemekten yağlanmış olan saçlarıma tiksinti-kınama ve ağız sulanması karışımı bakan hastabakıcısına tükürükler saçarak bu sefer daha yüksek sesle bağırıyorum “geber pezevenk!”. Kendisine söylediğimi sanıp gözlerini kaçırıyor.
Ama ölmüyor, Tanrı bile –erkek olduğundan olsa gerek- benim isteklerimi dinlemiyor, beni görmüyor. Böyle anlarda hayatımın film kaplı bir camın ardında olduğunu düşünüyorum, benim gördüklerim beni hiç görmüyor, görmek için camı kıranlaraysa cezalarını kesiyorum, benim istediklerim beni hiçbir zaman görmüyor.
Öldüğünde, 22 yaşımdaydım. İçimden “affettim, şimdi affettim seni.” Diye fısıldadım. Onca para, “canım kızım”lı telefonlar, evindeki fotoğraflar…kimse tüm bunlara rağmen neden affedemediğimi anlamadı, ve ben o yüzden içimden fısıldadım, ben anlaşılamamaktan korktuklarımı hep içime fısıldadım. 22 yaşındayım ve çok yorgunum, saatler süren uykular, kahkahalar süren geceler, onca boş zaman, okumadan, yazmadan heba olan onca zaman…ve ben yine de yorgunum. Kimse neden yorgun olduğumu anlayamayacağı için ben her sabah kalkıp koşuya çıkıyorum, koştukça yorgunluğumu içime fısıldıyorum.
Sonra bir adam, telefonun diğer ucunda neye ağladığımı anlayamadığım bir adam…Hayat bize en büyük kazığını sarhoşken geçen telefon konuşmalarında atıyor, ne olduğunu anlayamadığım hatalar, artık açılmayan telefonlar, bulanık bir zihin..
“Senin için daha ne kadar “ne” olabilirim bilmiyorum.”
Sadece bunu hatırlıyorum, haftalardır bir bu yankılanıyor kafamda. Ve ben o telefonda, o adamlardan hangisine ağladığımı hala bilmiyorum. “O da çocuk, bunda bir kötülük yok, ne kadar bencilsin, o da bir çocuk…onu da sevmeliydim, hem seni sevmedim değil ki onu sevmedim diye” en son bunu demişti biri, hesabım bitmedi hala. Hesabımı bitiremeyeyim diye gitti belki de kimbilir, boğazımda bu siktiğimin yumrusu ömür boyu kalsın diye…Diye, diye…Bunları diye diye gitti. “Kendini “o”nunla kıyasalama” dedi diğeri de. Neden anlamıyorlar? Kurtuluşum için İsa’dan çok daha basitine ihtiyacım olduğunu anlamıyorlar.
Ben isimlerini ağzıma besmeleyle alırken, ben Tanrı’ya inat onlara 100 isim takarken, ben en acı en sarhoş en şuursuz cümlelerimi onlara kurarken –ki ben bu cümleleri sadece en sevdiklerime kurarım- nasıl beni bu kadar kolaylıkla, fütursuzca bir başkasıyla kıyaslayabiliyorlar? Delirdiğimde nasıl oluyor da şaşırıyorlar?
Nasıl oluyor da biri diğerinin varlığı, yokluğu, benim için ifade ettikleriyle zerre ilgilenmiyor?
Siliyorlar. Siliyor, gidiyor ve boğazımda yumrular, içimde canavarlar bırakıyorlar. Odamın duvarında asılı bir İsa resmi var, ve sırf ona inanmıyorum, sırf ona körükörüne bağlanamıyorum, sırf bir türlü kendimi bırakamıyorum ve delirmekten vazgeçemiyorum diye o da kendini atıyor yere, eğilip ağlıyorum…Ben bugün uzun zamandır ilk defa ağlıyorum…hangisine ağladığımı bilmiyorum. “Neden yalnızca beni seçmedi?” diye ağlıyorum. Ve onlar anlamıyor.
Ben anlıyorum. Artık kabullenebiliyorum, tek olamayacağımı kabulleniyorum. Geçecekse bu his, artık biliyorum; iki kişiden ancak arkadaş olur, çift üç kişiden oluşur.
Çok okumam gerek…Yokluğunda çok kitap okudum diyemeyeceğim, yokluğunda hiçbir bok yapmadan boşluğa bakıp oturdum saatlerce. Boşlukta onlarca adam geçti, üstümden, içimden onlarca adam geçti…diyebilmeyi çok isterdim…ama biliyorsun, köpek gibi biliyorsun yokluğunda hiçbirşey geçmedi, hiçbir yara iyileşmedi. Çoğu insan kanayan yaralarına birer yara bandı yapıştırır ve hayatlarına devam eder, ben sadece oturup iç kanamadan ölmeyi bekliyorum.
İçimdeki tüm adamları kanamadan öldürmeyi bekliyorum. Virgülü istediğin yere koyabilirsin.