Wednesday, September 02, 2009

Kaleydoskop Gözünden İnsanlık

Biz bunu hep yapıyoruz. Aman kırılmayım, aman üzülmeyim, aman yargılanmayım, aman aman amanlarımızla kendimizi zırh sandığımız parmaklıkların ardına hapsedip o güzel, güvenli ve gerçeklikten ne kadar uzak olduğunun farkına bile varmadığımız hayatları yaşamaya çalışıyoruz.
Oysa hayat tam da bu kaçındıklarımızın bileşkesi. Biraz üzüntü, biraz eleştiri, biraz utanç, bolca hata...Hata yapmadan kazanılmıyor büyük zaferler, üzülmeden aşk yaşanmıyor, silip karalamadan yazı yazılmıyor. Tanrı'nın en büyük yazar olduğu düşünülecek olursa biraz da bu yüzden her zaman mutlu sonla bitmiyor hikayeler.
Yazmakla aşk arasında o kadar fazla benzerlik var ki bu pencereden bakınca. Yazar da aşık da kendi içine sığamaz olmalı gerçek anlamıyla yaşayabilmek için içindeki fırtınalı sağanakları, ne şu ana sığabilmeli ne de geleceğin kancasına takılabilmeli, geçmişini zaten fırlatıp bir kenara atabilmeli.
Ve yazar da aşık da mutlu değildir esasında. Aşığın günleri 'acaba beni seviyor mu' diye kendini yemekle geçerken, yazarın kaygısı 'acaba okunacak mıyım'dır. İkisinin de mutluluğu acısında, kederinde saklı. Eğer göze alıyorsan yaralanmayı, endişelenmeyi, aldatılmayı ve hatta terkedilmeyi yaşayabiliyorsun aşkını doyasıya. Reddedilmeyi, acımasızca eleştirilmeyi, kendini yalnızlığa günler bazen haftalarca yaren etmeyi kabul ettiğin an yazabiliyorsun, ve her ikisinde de kendinden çıkıp başkalaşıyor, adeta tanrısal bir kimliğe bürünüyorsun. Aşkın oburluktan öldüğü gibi, yani 'çok muhabbet tez ayrılık getirir' felsefesi gibi eğer sayfalarca tıkanmadan, düşünmeden yazabiliyorsan yeteneğini öldürüveriyorsun.
Aşık da yazar da hem ölüme nasıl kafa tutuyor ama hem de ne kadar yakın, ne kadar kardeşler esasında ölümle. Aşık karşısındaki tutku objesi için öldürüyor içindeki şüpheleri, mantığı, ve yakıp yıkıyor şimdiye dek yürüdüğü tüm yolları, yazarsa yazmaktan gelen tutkusu uğruna o kalemi tutmadan, o yazıyı yazmadan önceki halini tek bir darbeyle söküp çıkarıyor hançeresinden, geriye yalın ve soyunuk bir yaratma hali kalıyor her ikisinde de en nihayetinde.
Ve her seferinde seçiyor her ikisi de, Pascal'ın dediği gibi 'her seçim bir vazgeçiştir' ya hani, mutluluğa erişmek için sıradan insanlara mutluluk gelen her şeyden vazgeçiyor, vazgeçemediği, seçemediği an ise her şeyden vazgeçmiş bir şekilde elinde koca bir hiçle kalakalıyor.
Aynı yazar gibi aşık da durmaksızın yaratıyor aslında, karşısındaki farkında olmadan, kendisinin de karşıdaki tarafından bir şekilde yaratıldığını bile hissetmeden. Ahmet Altan eski bir denemesinde (siyasi görüşleri, hayata dair duruşu her ne olursa olsun çok güzel bir kalem, ondan da daha güzel bir beyin bence onunkisi, yani yazıya da aşka da aşık bir kadın için belki yer yüzündeki en seksi adamlardan biri) bir insanla karşılaştığımızda onun önümüze sunulmuş bir kil parçası olduğunu ve bizim kafamızda hayal ettiklerimizle ona kol, bacak, gövde ve kendi kafamıza uygun bir kafa ekleyerek onu bir heykele dönüştürdüğümüzü, yalnızca kendisine bir yüz, yani bize başkaldıracak, bizi hüsrana uğratacak bizden bağımsız bir kimlik biçmediğimizi ve heykelin yüzünü döndüğü an 'elveda'ların başladığını yazmış. Ne kadar doğru...
Herkes, hepimiz bir gün dönüyoruz işte yüzümüzü, kimi bundan kaçınmak için, belki yüzünü çevirmeyen olur diye birçok küçük kil parçası alıyor, kendine birçok 'aşık' yaratıyor ki bunun adına sadakatsizlik deniyor, kimi gözünün önünde parçalanan ve kendisini de parçalayan heykellere razı oluyor, yere düşen kil parçacıklarıyla mutluluğu bulmaya çalışıyor. Gerçek aşk parçalanmayı, başkalaşmayı göze almakla yaşanıyor, küçük bir kil parçasından heykel yapmak kolay değil emek istiyor, emek işin içine girince adına 'aşk' deniyor.
Aşk denilen bir insandan bir parça kil alarak onun bir gün yıkılacağını içten içe bile bile kocaman bir heykel yaratmaya çalışmak, yüzünü döndüğünde gördüğü yüze 'sen ne kadar değişmişsin' demeden kendi yaptığı heykel gibi konuşmasa, saçları Rodin'in meşhur heykelindeki gibi yüzünü örtmese de bıkmadan yılmadan bu sefer dökülen parçalardan karşısındakinin kendisini toparlayarak 'kendi gibi' olan bir heykel yapmasını izlemek, ve tüm farklılıkları, tüm kusurları, tüm hatalarıyla o heykeli kendi heykelciğinin yanına koyabilmek.
Aynı yazarkenki o kendini kaybetme anından sonra ortaya çıkanın esasında bir nevi kendi kendini yaratmış ve senden bağımsız, Tanrı'nın bir emri gibi yekpare önüne sunulmuş bir hayal ürününden ibaret olduğunu kabullenmek gibi zor ama keyifli bir iş aşk da.
Belki de bu yüzden, durmaksızın değiştirmeye, kusursuzlaştırmaya çalıştıkları için kadınlar aşk da daima doyumsuz, kendini bir türlü iyice ıslatılmış bir kil parçası gibi hafif ve esnek bırakamadığı için erkekler anlayışsız.
Aşıkla yazar birbirinden beslenen, birbirini içinin dalgalarıyla sulayan ve hatta birbirinde yaşayan tek bir heykelin iki ayrı yüzü.
Tam da bundan dolayı yazanlar hep aşık...

No comments:

Post a Comment

konuşun bakalım: