Friday, August 28, 2009

THIS IS ALSO ME

Kırmızı bir at çizerdim,
Kırmızı bir at,
Bak bu da kafası...

'Nereden geldim, nereye
giderdim?'

Bu da düşünen kafanın bana
sorusu.

Sür beni sarp kayalıklara oradan aşağısı başka
yerin konusu

'Ah' dedi 'senin durumun
fena'

'Ah' dedi 'kalbinde bu neyin
sancısı'


Dayanamaz kalbimin içinden
çıkardım,

Utanmadan dünyaya tepeden
bakardım!

Kimse beni bilmez,
Bilmez beni bilmez,
Bilmez beni kimse,
Ben hep saklandım.

Yanmalısın,sönmelisin, ruhları
incitmeli...

İnanırken yalanlara,
Delirmiş olmalısın!
Bakmalısın, görmelisin, acıyan yerler
neresi?

Varmak için heplere önce hiçi göze
almalısın!


Ah o kızgın bakışın, bir de üzgün
bakışın

Yüzlere gülüşün ve anidir
düşüşün!


Üzülmeye gelmez, giderdim aramaya ruhumun
parçalarını.

Üzerime bir bir dikerdim.
Beni nasıl isterdin?
'Tek parça!'

Yoksun!Nedenin yoksa,
Kime güler yüzün,
Kime ağlarsın?

--Çek, bir sandalye çek ve
otur

Mumlar var, mumları yak,
Anlatacaklarım uzun, uzundur
yollar

ve
Her ne yöne gidersen git beter gibi sonsuz
ama,

Yoksun nedenin yoksa!--

Yokum!
Nedenim yok benim!
Kime güler yüzüm,
Kime ağlarım?
Duruyorsan, ne
duruyorsun?

Yarına kalsam, ne
umuyorsun?


Ağlarla kaplı, hiç
bilemezsin...

Her yanım, her sözüm, her savaşım,her
yönüm...

Öyle zor geliyor ki...
Her yeni gün!

Thursday, August 27, 2009

Boredom Is My Middle Name!!

Çoğunlukla işimin gücümün yazmak ve okumaktan ibaret olduğunu hayal eder, kendime kimilerinin 'aylaklık' diye adlandırdığı bir hayat çizdiğimi düşlerim. Bu blog da bunun bir simülasyonu olsa gerek. Günlerdir ağır şeyler yemekten, düşünmekten yaşamaktan bıkmış olan bünyem dün ruhsal ve bedensel bir detoks maratonu yaşadı ve kendisine geldi. Yine kendimi kandırarak tek işimin bu blog olduğunu düşünecek olursak işte son bir kaç günün (2 gün demek daha doğru olacak) Z raporu:

*Boş kalınca Allah değil ben bile kendimi sevmediğimi farkederek sonunda ertelemeyi bıraktım ve Erdoğ Amca'nın bürosuna gidip gelmeye başladım. İlk sabah yaşadığım beynimdeki patlamalara gelmeden önce bir önceki geceye (en azından hatırladığım ve o kadar da tatsız olmayan anlarına) gitmeli sanırım.

*M. yi çok özlemişim, sanırım önümüzdeki 1 sene de özlemekle geçecek. İçimde kendisiyle ilgili garip bir heyecan var, zaten bayıldığım Brüksel'de şimdi artık 2. bir evim olacak hissi veriyor gidecek olması. Herşey çok güzel olacak inanıyorum.

*S. ile görüşmeye başladığımdan beri herkesten ne kadar uzaklaşmış olduğumu farkettim. Saatlerce M., E., C. ve ben 'eski güzel' günlerimizde ne saçmalardan seçmeler yaşamış olduğumuzu tartışıp gülüştük. Bu iyi, bak bu çok iyi, dedim sonra ben.

*Flat'in margaritaları gerçekten çok başarılı!

Geçenin bilançosu dünkü yazıdan anlaşılacağı gibi pek iç açıcı değildi doğal olarak. Bana koca bir baş ağrısı, 30 lira tutan bir taksi ücreti, pişmanlık, hayal kırıklığı ve ne olduğunu henüz çözemediğim garip bir durum (ki bu düpediz awkwardness işte) bıraktı ve ertesi sabah Alka Seltzer'in ne yüce bir icat olduğunu kanıtlamam için gün doğdu!

*Akşam yine hızımı alamadım ve kendi kişisel Minik Eloise' im ilan ettiğim S. ile buluştum. Bu aslında biraz garip, zira liseden beri hiç liseli arkadaşım olmamıştı. Lox'a gidip gözüm dönercesine waffle yerken bulmayı düşünürken kendimi birden vahiy inmişcesine detoks meyve suyu ve diyet yemeği (sebze beğendi--ki kabak ve havuçtan yekpare bir yemek nasıl hem bu kadar lezzetli hem de bu kadar doyurucu olabilir çözemedim) ile başbaşa buldum.

*Çıkışta hayatımda ilk defa kendimi yaşlı hissetmenin verdiği hezimetle bizim benim deyimimle 'daha az genç, daha az zengin, daha az libidolu' Sex and the City kızlarıyla buluştum. S., A. ve T. annemin yıllardır en yakın arkadaşları ancak bu harika kadınlar kendi arkadaşlarımı satıp yanlarına gitmemi sağlatacak kadar eğlenceliler, iyi ki de varlar! (ilerleyen günlerde umarım bir daha böyle light bi modumu yakalarsam sırf onlara ayrılmış bir yazıda detaylarıyla anlatacağım kendilerini)

*Dün sabahtan beri garip şeyler oluyor ama be blog, yani güzel mi kötü mü bilemediğim gariplikler. Mesela gerçekten Tanrı'nın sevgili bir kulu olduğunu düşünmeye başladım. Zira ne zaman böyle en dibe vursam ben düşerkenden çok daha kolay bir şekilde toparlanıyorum. Yani artık hakikaten düşünmüyorum. Sanırım 'en güzel mücevherler en büyük enkazların altında saklıdır' olayı bu.

*Egoma sponsor olacak kimseyi bulma ya da 'eğlen güzelim' modu yaşama gibi bir derdim yok ama böyle zamanlarda gökten zembille inmişcesine etrafımda beliren, 'allah allah ne alaka' dedirtip kendime güvenimi sağlayan insan topluluklarını seviyorum. Tanrı'nın bana geçtiği kıyaklardan biri de bu olsa gerek.

*Son iki gündür duyduğum en güzel cümleler şu ikisiydi sanırım:

Bir parça, parçası yapabilme kabiliyeti içinde olanı prensesim bellerim
yemin ederim...
--A.B.


Bir eylem kendi iradenizin dışına taşmışsa o artık sadece maddi manevi
zarar getirmeye başlıyor.
--Ayça Şen

Bu iki lafın da -ki ilki ilk okuyuşta oldukça isyankar ve bıçkın, diğeri ise ilk okuyuşta oldukça uyduruk gelmekle beraber- şu günlerde beynime kazımam gereken düsturlar olduğunu ben unutursam arada bir hatırlatın bana şu sıralar.

*Hah son bir komiklik, dün sabah aptal bir pişmanlıkla az kaldı birisine meyve sepeti yollayacaktım. E. olaya uyandırmasaydı, saçma sapan bir sarhoşluk anını bu kadar büyüttüğü için sinir olmuşken, gerçekten büyütülecek olduğunu kabul edercesine 70 liralık şeftali, portakal yollayarak kendimi iyice rezil bir insan haline sokabilirdim.

Son olarak...

Bu blog işi sapıkça bir teşhirci-röntgenci ilişkisi değil de nedir şimdi?

To All It May Concern;

Ben böyle olmadan, hani içine melankoli kaçmadan daha doğrusu bunu dışarıya yansıtmayı bu kadar cesurca beceren bir insan olmadan önce oldukça alelade ve hatta mizahi bir dille yazabiliyordum. Bunu yapabiliyordum evet. Sonra ben büyüdüm ve kirlendi dünyam...

Yaftalar...Hepimizin üzerine yapışan yaftalar ve etiketlerden ibaret hayatlarımız, yaratıcısı Yaratıcı, oyuncuları kendimiz olan koca bir reklam kampanyasının içindeyiz yani ömür el verdiği müddetçe. Binbir kadın var oysa benim içimde, ki bu yalnızca Elif Şafak'ın Siyah Süt'ünden sonra ayırdına vardığım bir şey de değil. Ya da Ayşe Arman'ın son yazılarından birinden sonra.

Kadınım ben, kadınlığı en olması gereken gibi, en açık yürekliliğiyle kadınca yaşamaya çalışanlarından. Yani ağlayan, zırlayan, bazen obsesyon bazen kapris yapan, seven, sevişen, çok konuşan, kendini ispatlamak zorunda olmaktan nefret eden ama yine de bu ülkede yaşadığı için kendini sürekli ispatlamaya çabalayan bir kadın. Sonra kız çocuğuyum, hatalarıyla, düşüp kalkan, kanatan kendini, ama içindeki umudu, sevinci hepsine rağmen yitirmeyen. 'Aaaa o kadar değerli yazarımız var ki ben yazar müsveddesi bile olamam' diyemeyeceğim; hissettiğim, yaşadığım, ta içimde duyumsadığım kadarıyla yazarım. Yazamayınca nefes alamaz, kendini bir türlü sakinleştiremez olan, ama yazabilmek için de nefes alamamaya sakinleşememeye ihtiyaç duyanlarından. Öğrencilik-evlatlık-sevgililik ise yalnızca geçici kavramlar benim için. Bugün buradaysam, meyan okuyorsam herkese ve herşeye bu üç 'titr'dir esas beni ben yapan.

İşte bu yüzden kategorize etmeyin beni, her sevişmek dediğimde, ve hatta zaman zaman sevişmelerimden bahsettiğimde 'orospu', her karardığında buraya yazdıklarımın içeriği 'depresif', her sevdiğimde gerçekten çocukça ve anlaşılmaz hislerle 'takıntılı', her içtiğmde kendimi o sonsuz başdönmesine koyverdiğimde 'ayyaş' demeyin. O samimiyetsiz tavırlarınızla beni anlıyormuş gibi hiç yapmayın hele. Anlaşılmamak gibi bir derdim amacım yok; ancak kimsenin kimseyi anlamadığını çabalasa bile bunu başaramadığını bilecek denli büyüdüm ben.

'Yazılar yazan kadınla tanışmak görüşmek isterim bir gün...' demeyin mesela, o kadın ben değil, benim bir parçam yalnızca. Canınızı sıktım diye ya da bir günlük beni silip atmayın, buzlu camların ardına yerleştirmeyin, o hırçın, o delişmen, o anlayışsız kadın da bütünün tümleyenlerinden başka birşey değil.

Eğer kıyısından köşesinden ilgi alanınıza giriyor, tanıma isteği uyandırıyorsa bu kadın --ki hiç kimse buna zorunlu değildir-- emin olun içime girmenize izin verir, her yönümü göstermeye çalışırım, kabul etmeniz ya da takdir etmeniz değil beklediğim, yalnızca biraz gözlem, biraz hayalgücü yeterli istediğimi başarabilmek için.

Eğer bu çok zorsa, diğer türlüsü sizin acımasız, spontane, yaftalayan ya da adıhernehaltsa hallerinize daha fazla uyuyorsa varsın biriniz gidin evde yazdıklarımı okuyup kendinizce mastürbasyon -ki bu zihinsel de fiziksel de olabilir- yapın, diğeriniz 'gece içmek için' dışında çağırmayıp yüzeyselliğinize ortak edin, bir ötekiniz dünyanın ne kadar zor, çetrefilli ve boktan olduğundan dem vururken aklınıza yalnızca beni getirin, bir diğeriniz tüm kininizi, kavganızı, kadınlara dair genellemelerinizi, sorunlarınızı, sorularınızı benim üstüme yıkın. Bunların hiç biri beni şaşırtmaz da sinirlendirmez de, çünkü biliyorum ki en nihayetinde reklam kampanyaları da hedef kitlenin anlayışına göre değişiklik gösteren, görece pazarlama taktiklerindendir.

Sizden tek ricam beni anladığınızı, çözdüğünüzü, tamamen tanıdığınızı iddia etmeyin. Bunu gerçekten başaranlar olursa eğer -ki azınlıktalar ama varlar- emin olun dillendirmeye gerek kalmadan farkındalık yaratacaklardır.

Eğer -aranızdan bazıları için geçerli bu- tüm bunlara rağmen vazgeçemiyorsam, nadiren yaptığım bir şeyi yapıp kendimi göstermeye, tüm renkleriyle içimdeki o gökkuşağından paleti sizin dünyanızın duvarlarına yansıtmaya çalışıyorsam değerinizi bilin, hayran olduğum vicdanınıza ve insanlığınıza yakışır bir şekilde giderken en azından hoşçakal deyin...

Wednesday, August 26, 2009

FLU HALİ

"Özür dilerim..." dedim "özür dilerim, çok sarhoştum...ya da çok pms...rezilim ben rezil!"

Oysa herşey ne güzel başlamıştı, çilekli margaritalar indikçe mideme her bir kadehte biraz daha silinmişti ruhumun kiri pası, her bir yudumda beynimin cinleri biraz daha tatlı bir pembeye boyanmıştı. Sonra "bir sesini duyayım"la başladı herşey (her zaman öyle başlamaz mı sanki...), gerisi alışılageldiği üzere flu.

İnsan unutuyor, daha doğrusu hafızası bir anne şefkatiyle siliveriyor bazen tatsız an(ı)ları. Kendisiyle ilgili olanları kendinde daha fazla nefret etmesin diye yok ediyor da başkalarının açtığı yaraları ibret olsun diye asla kapatmıyor. "Takıntı" işte burada başlıyor. Bunun adı başka bir şey, takıntı ya da rahatsız etme isteği değil, hırs, kin desen hiç değil. Bir yarım kalmışlık duygusu, "i didnt say all the things i wanted to say, and you cant take back what you've taken away" durumu. Kadınlar bu yüzden daha zor atlatıyor. İster bir gün olsun ister 5 yıl...Sözcükler bir şekilde boğazına zehir gibi yapışıyor insanın ve cevapları aramaya koyuluyor.

Adam "Tamam" dedi..."tamam ama bir daha olmasın". Vazgeçiş, bıkkınlık doluydu, tonlamasından tanırım. Bir daha lara bir daha fırsat verilmeyecekti biliyordum. Sonra özürleri bir kenara bıraktığım yere geldim, o köşede kendimce hafıza tazeledim. Yukarıda kullandığım flu kelimesinin "grip"le aynı olması rastlantısal mıydı yoksa Freud'un dahi farkedememiş olduğu bilinçaltısal bir çağrışım mı bilinmez. Ama o belirsizlik, o sis hali aynen bir hastalığa benziyordu. Belirsizlik beni her zaman en çok korkutan şey olmuştur, kendimle, sözlerim düşüncelerimle, karşımdakiyle, "o"nunla..."onlar"la olan belirsizlikler.

Yaşantıların "flu" hali...

Bir tarafta delirmişcesine bağıran,ağlayan kendini unutan kadınlar, diğer tarafta yalnızca oyunu bölündü diye huzursuzlanan çocuk-adamlar yaratan o hali. Kadını takıntılı, erkeği bir maraton koşucusu kadar hızlı, ama kendi hızından, kaçışlarından en çok da kaçamama halinden, bir an olsun sorgulamak ve sorgulanmaktan ürkecek kadar korkak yapan hali...

İnsan pembelerden sislere geçiş yapınca umudu unutuyor, büyüdükçe iyiden iyiye siliyor. İyi ye dair herşeyin üstünü çiziveriyor. Bir kere pişmanlıkla boyanmayagörsün içinin avluları, senaryoyu hemen yırtıp atıyor, özürlerin yanına vazgeçmişlik sıkıştırıyor.

Bende özürler yok artık oysa, sorular, sorgulamalar, düşüncelerim düşünceleri, düşlerimin düşleri, paranoyalar, "acaba"lar, "keşke"ler, "yoksa"lar. Onlar artık yabancı, kulağımda silik bir uğultudan ibaret. Kendimi suyun kaldırma kuvvetine bırakıp usulca süzülmek var, süzülmek ve beklemek...Kaybettiğim, kaybettirdiğim zamanlara kendimi affettirmek ve bir gün kendimi affetmeyi, olacakları, ya da belki de hiçbir zaman olamayacakları ve hatta hiç olmamış olanları kaşık kaşık içimin gölüne mayalamak zamanı...

Eğer yeterliyse bu özür, yıpranan sinirleri, yıpranan yaşantıları, yıpranan düşünceleri tamir etmeye ve belki çıkmaz sokaklardan, "tamam bir daha olmasın"lardan arınmış yollar yaratmaya ve yolları koşmadan, kaçmadan, korkmadan bebek adımlarıyla keşfederek yürümeyi sağlarsa, beklentilerden soyunup "bekleme"yi öğretirse bu kız yeniden net görebilecek...

O zamana kadar pembesini griye boyamaya devam edecek...

Monday, August 24, 2009

"Ve bir hüznün yankısıysa eğer şiir sana yaklaştıkça şiire yaklaşıyorum demektir..."

Güzel adamları, iyi adamları, anlayışlı adamları, sadık adamları, dengeli adamları sevemedim ben bir türlü. Hep içimin sularını bulandırıp dalgalarından kelimeler taşıracak olanlarını seçtim.
Tarih boyunca sanatın dahi ataerkil olduğu dönemlerde ağzımızdan hayranlık suları akarcasına okuduğumuz şairlerin, yazarların da böyle ilham perileri olmuş hep. Çoğu "üstad" bunları karşı konulmaz güzellikte ama biraz aptal olanlarından seçmiş. Bir zamanlar bir arkadaşımın dediği gibi "kadının az konuşanı, zekası seninkini aşmayanı makbul" ne de olsa.

Sessizlikleri ile çığlığımı bastıran bu adamların hepsi bana hayatta aşık olunacak yegane varlıklar gibi gelmiştir. Oysa ben artık dedim ya o adamların sesi olmak, içlerinden geçenleri okumaya çalışmak, ara metinleri çözümlemek istemiyorum. Sonsuz bir basitlik hali benim aradığım.

Önceleri yine öykülerime baş kahraman olan adamlardan birini anlatıp bayılırcasına ağladığım gecelerden birinde canım E. "belki de onu yalnızca sana yazacak bir malzeme verdiği için seviyorsundur." demişti. Bu gerçekten böyle; aşk bazılarımızı besler, beslerken hımbıllaştırır, tembelleştiririr, bazılarımızınsa iliğini kemiğini sömürür ama beynine minik ilham pericikleri kondurur. Ne dediğine bakmadan yazmaya koyulursun işte böyle zamanlarda, baksan olmaz çünkü onlar gizli hisler, bir şekilde ortaya çıksın diye kendini parçaladığın ama her bir parçasında kendinden birşeyler bıraktığın...

İlham perim diyorum ya bu adamlara, hepsinin ortak noktası özlediğimde değil canları istediğinde gelmeleri. En çok ihtiyacım var diye yoksunluk krizine kapıldığımda çoktular ama yoktular'ı oynayıp, en tuhaf saatlerde mesela huzurla kahvemi yudumlarken, "geçti artık...geçti bitti" derken, ama yine de ben hiç de "iyi" değilken gelen adamlar. Ne kadar umutla bırakmaya çalışsam da bir santim ötemi göremememi sağlayan sisler yaratan adamlar...

Gidenlerin arkasından el sallamaya, onlara kendimce küçük yol öyküleri yazmaya alışığım ya nasıl olsa geçen gün de yine gitti birisi böyle, beklenmedikti belki ama alışagelmedik bir şey yoktu. Oturdum döktürdüm yine sonra hediye bir mendil iliştirircesine cebine bir güzel okuttum, maksat iz bırakmak olsun, can acıtmayı başaramasa da düşündürsün eh en önemlisi de kendime zihinsel mastürbasyon olsun. "Hiç hoş değildi..." dedi daha sonra, eğreti özürlerle -ki insanlarla tartışmaktansa özür dilemeyi, kırgınlıkları bir kalemde silip atmayı tercih ediyorum ben- "içimden ne geçiyorsa döktüm yazıya işte, önemli değildi." dedim.

Oysa bilmediği bir şey vardı; bu klavyenin, şu köşedeki kalemin, sürekli bir şeyler karaladığım kağıt parçalarının her birinde yüzlerce sevişme var, yalnız okudukça tatmine ulaştıran, onlarca aşk, ancak o sayfalarda yaşanabilmiş olan. Tüm bu yazıların arasında bir yerde, belki unutulmuş, belki unutulmaya çok çabalanmış ama başarılamamış hep eksik kalmış adamlar var...Ve her başarısızlıkta, her suskunlukta, her esriklikte, koyduğu her virgülde şu an hangisi ya da kim olduğunu bilmese de "o"na yaklaşan, bu yüzden tüm bunları ölesiye önemseyen bir kız var.

Çoğu insan kendini yaralar, üzerine bir yara bandı yapıştırır ve yaşamaya devam eder, ben kendimde açtığım her bir kesiğe çocuğum gibi bakıyor, karnımda, kalbimde taşıyor besliyorum, en sonundaysa....

Yanlışlardan doğruları, yazılardan gerçekleri doğuruyor, sancısının adını tutku koyuyorum...

Sunday, August 23, 2009

crossword

kalabalığı sevmiyorum artık. önceleri yolda yürürken birilerinin dönüp bakmasını, sonra kahkahalarla bunu etrafıma anlatmayı severdim mesela. ya da güruh halinde oradan oraya koşturmayı, aynı hikayeyi defalarca bıkmak usanmak bilmeden farklı insanlara anlatmayı. ne kadar dingin, ne kadar durağan, o kadar hareketli diye düşünüyorum oysa şimdilerde. adını da "static movement" koydum bunun. hani bazı filmler vardır, yavaş çekime alıp sahne sahne hissederek, içinize çekerek seyretmek istersiniz. işte bazen aynen böyle hayatımın "pause" tuşuna basıp anı-anıları izlemek istiyorum yalnızca bir yabancı gibi.

mesela bir şehire, bilmediğim bir ülkeye gidip tek başına dolaşmak istiyorum. yabancılarla karşılaşmak, yabancıların arasına karışmak, ve bütün gece onların hikayelerini beynimde tek tek resmetmek ama kendimden onlara hiç bir iz bırakmamak istiyorum. çünkü ben kimde iz bırakmaya çalıştıysam şimdiye dek silindi gitti benliğim, onlarda bir bağıran, kendini sürekli ortaya atan ve gururunu soyunan kadın kaldı yalnızca.

dokunmak istiyorum, içinde olduğum, içimde olan hayatlara tek tek dokunmak, okşamak ve sesimin yankısını değil usulca parmak izlerimi bırakmak. ama bir türlü olmuyor, sanki şu meşhur pazar bulmacalarından birindeyim ve orta karede herşeyin çözüm noktası olacak olan harfi bir türlü bulamıyorum gibi.

bu bir ilk yazı ve anlatacak hikayelerim var diye buradayım, farkındayım ama ben artık ifade etmeye çabalamaktan,anlaşılmak istemekten, içimin her bir kelimesini tek tek hecelemekten yoruldum sanırım.

demem o ki...özellikle bazılarına...artık ben kaçıyorum. dan dun konuşmaları, "ama ben aslında..."ları, "ben şöyleyimdir..."leri bir kenara bırakıyorum.rengimi gördünüz nasılsa, bırakın biraz da kendini soldursun sizin anlatacaklarınızın bulanık suyunda.

biraz da siz anlatın,çabalayın artık...

olur mu?
de-ne-me