Friday, September 04, 2009


"Yasak Aşk" Üzerine...(Eylül'den)


Dün itibariyle televizyonlarımızda ihtişamlı yaşamı, taş gibi kadın ve erkekleri, karmaşık ilişkileriyle bir diğer Aşk-ı Memnu sezonu daha açıldı. Diziyi herkes -takip etsin etmesin- bildiğinden daha fazla üzerinde konuşulacak bir şey yok, ben daha çok ana tema olan aldatma konusuna değinmek istiyorum.


İnsan ne zaman aldatır? Neden aldatır? Her zaman alçakca mıdır aldatmalar? Aşk varsa eğer kaçınılmaz mıdır ya da?

İstediğimiz kadar o boyumuzdan büyük "etik" kavramlara sahip çıkalım hepimizin içinde birer hayvan yatıyor, insanoğlu yılan soyu yani...Sadakat işte bu yüzden aşkla her zaman doğru orantılı olamıyor, içimizdeki hayvani yanın, üreme dürtüsünün ve açgözülülüğün zihnimize oynadığı bir oyun aldatma. "Daha iyi"si diyoruz, hep "daha iyi"sini istiyoruz...işin fenası o "daha iyi"nin kime göre neye göre olduğunu aldatandan başka bilen yok. Bunun üzerinde daha fazla kafa yormaya gerek yok, özellikle kadınlara bu sözüm "2.kadın" istediği kadar sizden aşağıda olsun, "daha" olan bir şey illa ki oluyor, daha güzel, daha kültürlü, daha anaç, yatakta daha iyi değil belki....ama "daha" olan bir şey her zaman var. Hep sorarız ya anlamsızca "neden" diye...bir neden hep vardır. Boşuna kendini suçlama artık, istediğin kadar çabala yetersiz kaldığın bir nokta hep var.

Erkek çocuk kaldıkça, kadınsa büyüdükçe aldatıyor üstelik. Erkek daha fazla ilgi, daha farklı bir tat, daha fazla adrenalin için....kadın yaşayamadıkları için aldatıyor. Erkeğinki alışkanlıktan, kadınınki alışamamaktan yani. Ey erkek milleti sen istediğin kadar kıçını yırt bir zar parçası için, emin ol zamanında yaşayamadıklarının acısını yaşanmışlıklarının çetelesini dahi tutmayan kadınlardan çok daha beter çıkarıyor kadın milleti. Kadın büyüdükçe kendine güveniyor, gözleri pişmanlıklarına, eksik taraflarına daha fazla açılıyor...Erkekse büyüdükçe bir kenara bırakıyor egoyu, aldığı her bir yaşta biraz daha eksiliyor biraz daha cesaretsizleşiyor.

Sanılanın aksine erkek büyüdükçe "aşk" için, kadınsa büyüdükçe "macera" için aldatıyor...Erkeğin "gençlik hataları" açgözlülüğünden, kadınınki kendini gerçekleştirememekten. İşte bu yüzden kadın hep "onu seviyor musun?" diye sorarken erkek "benden iyi miydi?" diye sorar. Kadın üzerindeki ilgiyi ve elindeki ipleri, erkekse erkekliğini kaybettiğini hisseder aldatıldığında. Toplumsal dayatmaların bir bileşkesi olarak kadının erki yüreğinde, erkeğinki çükündedir çünkü. Kadınınki merak, erkeğinki arayıştır çünkü. Kadın aldatırsa gözü dünyayı görmez, erkeğin aklı hala evdekindedir, erkek yedeklemeyi sever...kadın resetlemeyi. Ve kadın idealize ettiği adamı arar aldatırken, erkekse hiç karşılaşmadığını...

Ve bir alıştı mı aldatmaya; erkek her sabah "bir daha asla" diye uyanır...gizliden gizliye korkar elindekini kaybetmekten, kadınsa "onu bulana kadar devam" der, kaybedecek bir şeyi yoktur çünkü gözünde. Erkek alışkanlıktan, kadın ukdelerinden mütevellit aldatır.

Bir gün herkes aldatır sevdiğini...ve acı ama beraber her aldatılan sevilir günün birinde...hal böyle olunca insan düşünmeden edemiyor...sevmek güzel şey de zamanlamada hep bir yanlışlık var sanki...

Wednesday, September 02, 2009

Kaleydoskop Gözünden İnsanlık

Biz bunu hep yapıyoruz. Aman kırılmayım, aman üzülmeyim, aman yargılanmayım, aman aman amanlarımızla kendimizi zırh sandığımız parmaklıkların ardına hapsedip o güzel, güvenli ve gerçeklikten ne kadar uzak olduğunun farkına bile varmadığımız hayatları yaşamaya çalışıyoruz.
Oysa hayat tam da bu kaçındıklarımızın bileşkesi. Biraz üzüntü, biraz eleştiri, biraz utanç, bolca hata...Hata yapmadan kazanılmıyor büyük zaferler, üzülmeden aşk yaşanmıyor, silip karalamadan yazı yazılmıyor. Tanrı'nın en büyük yazar olduğu düşünülecek olursa biraz da bu yüzden her zaman mutlu sonla bitmiyor hikayeler.
Yazmakla aşk arasında o kadar fazla benzerlik var ki bu pencereden bakınca. Yazar da aşık da kendi içine sığamaz olmalı gerçek anlamıyla yaşayabilmek için içindeki fırtınalı sağanakları, ne şu ana sığabilmeli ne de geleceğin kancasına takılabilmeli, geçmişini zaten fırlatıp bir kenara atabilmeli.
Ve yazar da aşık da mutlu değildir esasında. Aşığın günleri 'acaba beni seviyor mu' diye kendini yemekle geçerken, yazarın kaygısı 'acaba okunacak mıyım'dır. İkisinin de mutluluğu acısında, kederinde saklı. Eğer göze alıyorsan yaralanmayı, endişelenmeyi, aldatılmayı ve hatta terkedilmeyi yaşayabiliyorsun aşkını doyasıya. Reddedilmeyi, acımasızca eleştirilmeyi, kendini yalnızlığa günler bazen haftalarca yaren etmeyi kabul ettiğin an yazabiliyorsun, ve her ikisinde de kendinden çıkıp başkalaşıyor, adeta tanrısal bir kimliğe bürünüyorsun. Aşkın oburluktan öldüğü gibi, yani 'çok muhabbet tez ayrılık getirir' felsefesi gibi eğer sayfalarca tıkanmadan, düşünmeden yazabiliyorsan yeteneğini öldürüveriyorsun.
Aşık da yazar da hem ölüme nasıl kafa tutuyor ama hem de ne kadar yakın, ne kadar kardeşler esasında ölümle. Aşık karşısındaki tutku objesi için öldürüyor içindeki şüpheleri, mantığı, ve yakıp yıkıyor şimdiye dek yürüdüğü tüm yolları, yazarsa yazmaktan gelen tutkusu uğruna o kalemi tutmadan, o yazıyı yazmadan önceki halini tek bir darbeyle söküp çıkarıyor hançeresinden, geriye yalın ve soyunuk bir yaratma hali kalıyor her ikisinde de en nihayetinde.
Ve her seferinde seçiyor her ikisi de, Pascal'ın dediği gibi 'her seçim bir vazgeçiştir' ya hani, mutluluğa erişmek için sıradan insanlara mutluluk gelen her şeyden vazgeçiyor, vazgeçemediği, seçemediği an ise her şeyden vazgeçmiş bir şekilde elinde koca bir hiçle kalakalıyor.
Aynı yazar gibi aşık da durmaksızın yaratıyor aslında, karşısındaki farkında olmadan, kendisinin de karşıdaki tarafından bir şekilde yaratıldığını bile hissetmeden. Ahmet Altan eski bir denemesinde (siyasi görüşleri, hayata dair duruşu her ne olursa olsun çok güzel bir kalem, ondan da daha güzel bir beyin bence onunkisi, yani yazıya da aşka da aşık bir kadın için belki yer yüzündeki en seksi adamlardan biri) bir insanla karşılaştığımızda onun önümüze sunulmuş bir kil parçası olduğunu ve bizim kafamızda hayal ettiklerimizle ona kol, bacak, gövde ve kendi kafamıza uygun bir kafa ekleyerek onu bir heykele dönüştürdüğümüzü, yalnızca kendisine bir yüz, yani bize başkaldıracak, bizi hüsrana uğratacak bizden bağımsız bir kimlik biçmediğimizi ve heykelin yüzünü döndüğü an 'elveda'ların başladığını yazmış. Ne kadar doğru...
Herkes, hepimiz bir gün dönüyoruz işte yüzümüzü, kimi bundan kaçınmak için, belki yüzünü çevirmeyen olur diye birçok küçük kil parçası alıyor, kendine birçok 'aşık' yaratıyor ki bunun adına sadakatsizlik deniyor, kimi gözünün önünde parçalanan ve kendisini de parçalayan heykellere razı oluyor, yere düşen kil parçacıklarıyla mutluluğu bulmaya çalışıyor. Gerçek aşk parçalanmayı, başkalaşmayı göze almakla yaşanıyor, küçük bir kil parçasından heykel yapmak kolay değil emek istiyor, emek işin içine girince adına 'aşk' deniyor.
Aşk denilen bir insandan bir parça kil alarak onun bir gün yıkılacağını içten içe bile bile kocaman bir heykel yaratmaya çalışmak, yüzünü döndüğünde gördüğü yüze 'sen ne kadar değişmişsin' demeden kendi yaptığı heykel gibi konuşmasa, saçları Rodin'in meşhur heykelindeki gibi yüzünü örtmese de bıkmadan yılmadan bu sefer dökülen parçalardan karşısındakinin kendisini toparlayarak 'kendi gibi' olan bir heykel yapmasını izlemek, ve tüm farklılıkları, tüm kusurları, tüm hatalarıyla o heykeli kendi heykelciğinin yanına koyabilmek.
Aynı yazarkenki o kendini kaybetme anından sonra ortaya çıkanın esasında bir nevi kendi kendini yaratmış ve senden bağımsız, Tanrı'nın bir emri gibi yekpare önüne sunulmuş bir hayal ürününden ibaret olduğunu kabullenmek gibi zor ama keyifli bir iş aşk da.
Belki de bu yüzden, durmaksızın değiştirmeye, kusursuzlaştırmaya çalıştıkları için kadınlar aşk da daima doyumsuz, kendini bir türlü iyice ıslatılmış bir kil parçası gibi hafif ve esnek bırakamadığı için erkekler anlayışsız.
Aşıkla yazar birbirinden beslenen, birbirini içinin dalgalarıyla sulayan ve hatta birbirinde yaşayan tek bir heykelin iki ayrı yüzü.
Tam da bundan dolayı yazanlar hep aşık...

Monday, August 31, 2009

KURAL 6: 'Şu dünyadaki önyargı, çatışma ve
husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk
diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.'

Sabahtan beri blogger'ın kumanda panelini açıp birşeyler yazmaya kaç kere hazırlandığımı hatırlayamıyorum bile. Mutlu, mutsuz, düşünceli, aksi, umutsuz, hayalci...Genelde kendime yakıştırılan bu sıfatlardan hiçbiri yok bugünlerde üstümde. Onları soyundum bir güzel katlayıp benliğimin dışında bir yerlere kaldırdım. Bir süre havalanmaları lazımdı zira.

Bu aralar safi bir garip suskunluk hali var bende. Oysa anlatmak istediğim, yazmak istediğim, konuşmak, söylemek, sormak istediğim öyle çok şey var ki. Ama bazen köreliyor insanın dili böyle. Karşısına karşısındakinden bir ayna alıyor ve kendini onun seçebileceği cümlelerle tanımlamaya çalışıyor. Benim tanımım yok son bir kaç gündür, çok denedim çok fırlatıp kırdım o aynayı, çok konuştum ona, 'söyle bana güzel miyim?' dedim...Sonra hep eksik, yetersiz geldi birşeyler. Ben de gözümü kapatıp sustum uzunca bir süre. Öyle ki içimi bile susturdum, parmaklarımın bile bağladım gözlerini.

Dokunmazsa, elini uzatıp değmeye çalışmazsa nasıl hisseder insan bilmiyorum. Ama sustuğuma, görmeye çalışmaktan vazgeçtiğime göre bir süre dokunulmazlık da tanımalıyım etrafıma sanırım. Zihinsel oruç benimkisi de, kendimi sınamanın en güzel yolu.

Oysa kendimi kandırdığımı biliyorum çokları. Susturulan cümleler konuşulmuyor bir daha asla, yürünen yollar geri yürünmüyor. Zor çünkü, başlangıçlar ne kadar zorsa yeniden başlangıçlar daha da zor. Kızmıyorum artık ama, ne kendime ne başkalarına. Ne yaptıysa dilimiz yaptı diyorum. Herşey bir küçük sözcük, bir çalıntı bakış, bir zaruri dokunuşla başlıyor. Ve bazen bitmesi şartsa bir şeylerin, aynı şekilde oluyor. Elin,gözün,dilin bağlanması ve hatta mantığın, aklın bile tutsak edilip yalnızca kalbin konuşması, varsa eğer yazgının peşinden gidilmesi gerekiyor.

Tüm bunlar yeni bana, ama bir şekilde düşe kalka çabalıyorum.

Uzun bir zaman sonra ilk defa beni bana sessizce, kavgasız, dövüşsüz, çırpınmasız, fırtınasız döndürecek, eğer gerçekten yolundan sapmış şeyler varsa düzenleyip önüme sunabilecek tek çözüm bu çünkü.

Deniyorum, öğreniyorum...