Tuesday, October 20, 2009

there comes an autumn after every summer! (so lets be friends with benefits...nothing more...nothing less...)

"Kazağını beğendim" dedi adam. "Efendim?" "Kazağın, güzelmiş...Elbise üstüne kazak giyeni ilk defa görüyorum gerçi."

"Ben giyerim. Uymayan şeyleri, olmayan şeyleri oldurmayı ya da en azından oldurduğumu düşünmeyi. Filmdeki gibi yani. Kazak anneannemin, çok eski...Eski şeyleri de severim."

Hayatımda ilk defa bir insanın kendini tamamen kabullendiği ve benimsediği an yapması gerektiğini düşündüğüm şeyi yapıyordum. Tek başıma bir filme gelmiştim. Aşk meşk saçmalıklarına inanmamamı yalnızca güzel tesadüflerden zevk almamı ve bu yüzden insanlarca uzaylı gibi algılanmamamı sağlayacaktı, ki yağmurlu, üstelik henüz kalın hiçbir kıyafetimin olmadığı ve yalnızca iğrenç bir baş ağrısına sahip oldum o günden daha iyisi seçilemezdi.

Normalde yabancılarla konuşmak huyum değildir. En azından o "biliyorum" anı gelmediyse.

Tom öyle demişti "birisiyle bir şeyler yaşayacağını görüp inceleyerek anlamazsın, o anı bilirsin." ya da benim söylemiş olmasını istediğim versiyonu buydu. Summer'a göre ise bir sabah uyanıyorsun ve biliyorsun, hayatın yalnızca bir dizi tesadüften ibaret olduğunu, kader, kısmet, sonsuz aşk diye bir şey olmadığını...Fırsatları değerlendirmekte olduğunu herşeyin sırrının.

İzlediğim bir aşk hikayesi değildi, klasik bir mutlu sonu yoktu, zaten konuştuğum adam konuşuyor olmayı istediğim adam değildi. Ama adımımı attığım o anda dışarıya, yağmurun ortasına suratımda aptal bir gülümseme vardı. Her geçen gün doğruluğundan biraz daha emin olduğum tezlerim biraz daha doğrulanmıştı sonunda.

Hayat Summer ve Tom'un hikayesi gibi olamaz mıydı sanki hep? Etiketler, isimler vermeden, "seni seviyorum"lar, aşk sözcükleri sarfetmeden...Yalnızca mutlu olarak, kendin olduğun için birşeyler açıklamak zorunda hissetmeyerek, canın istediğinde PENİS! diye bağırıp, canın istediğinde evcilik oynayarak geçemez miydi hayat? 282 gün de olsa bir adamla bir kızın tanışma hikayesi yalnızca mutluluk anlarına bağlı olup Sid ve Nancy'ye dönüşmeden bitirilemez miydi? Yani "sonsuza kadar süren bir ilişki --ki iş bu ilişki bağlılık, sadakat, etrafa duyurmak, isimler takmak ve hatta yalnızca birbirine ait olmayı gerektirmez-- mümkün müydü?"

Etraftaki sinyalleri, içimizdeki sesi ve en önemlisi hergün belki de yüzlercesini yaşadığımız tesadüfleri biraz dikkatle izlersek her yaz (Summer)dan sonra bir gün hem de en umutsuz olduğumuzda, hem de onu henüz unutamadığımız o anlardan birinde sonbahar (Autumn)la karşılaşmak mümkündür belki, yukarıdakiler değilse de. Herşeyi akışına bırakıp oyunlar olmadan, taktikler olmadan, hırslar olmadan, statü endişesi olmadan yaşanan bir dünyaydı Tom'la Summer'ın ki.

Evet bu bir aşk hikayesi değildi,
Ama kesinlikle aşkla ilgiliydi.
ost from the life of a regular girl-- 15.10.2009

Bu hayata bir playlist lazım...Lead Actress bendeniz zaten, diğerleri gelip geçici. Bak sana bir doğru göstereyim hiç kimse kalıcı değil şu dünyada. Sonra hiç kimse ne tamamen iyi ne tamamen kötü. Bir parça kötülük gördüysen içimde bir parçasından ibarettir bu kızın olsa olsa...Umurumda değil evet çoğu şey, buna ister bencillik de ister şımarıklık. Hadi yüzleşelim artık şu dünyada kendimiz kadar sevmek, kendimiz kadar sakınmak durumunda olduğumuz bir başka varlık yok.

O yüzden benim şu an önemsediğim tek şey benim ne yaptığım, benim ne istediğim, benim ne hisettiğim. Gör bak dene, yap sen de aynısını, iyi geliyor...Yaptılar bana daha önce "adiler" dedim, nefret ettim, "neden" dedim sorguladım. Gereksiz...Hem kendini sevmeyen birini sevemezsin. Sevilesi olmak, sevebilmek, yeniden nefes alabilmek için ilk önce kendini seveceksin dibine kadar, etlerini acıta acıta...Aşkın mastürbasyonu bu da işte, kendini sevdikçe genişleyecek yüreğin, öyle öyle artacak sevebilme kapasiten.

Suçluluk yok.

Bu kızın hayatında pişmanlıklar, keşkeler, amalar hiç biri yok. Güzel günler gelecek. Biliyorum tenimin altında mavi bir peri kuşu var onu her gün itinayla kalbimin sütüyle besliyor, büyütüyorum.

Bu şarkı da ona gelsin:

I wish I was mad
Fucked up and done
I wish I was bad
And completely wrong

I wish I was made
Rebuilt-up and fake
I wish I could lie
And never could fail

And live some beautiful days
In a magical place
Beautiful loves
Perfect and straight
Beautiful days
In a magical place
A new dream is born
The new freaks have come

I wish I was fast
And crazy as a dog
I wish I could last
As long as the gods

I wish I could be
Perfectly free
Wish I was a creep
Wish I made you bleed

And live some beautiful days
In a magical place
Beautiful loves
Perfect and straight
Beautiful days
In a magical place
A new dream is born
The new freaks have come
Beautiful days
In a magical place
Beautiful loves
Perfect and straight
Those dancing days are (sooo not gone!!) --- 12.10.2009

*uzun zaman sonra ilk post. bak ne güzel oldu herşey dengeye düzene oturdu. ne kadar özlemiş bu kız kendisi olmayı!
*içimde iyi bir yerlere yönlendirmeye çalıştığım bu enerjiyi cümle kurarken yapamıyorum ne yazık ki nokta nokta noktaaa sonuzluğa giden bir güzel haftasonu anlatacağım bakın size.

*kendim olmak dedim ya, şu son haftasonu tam zeyneplikti işte.

*eski dostlarla olup onları yeniden keşfetme zamanıydı, kırılmasınlar üzülmesinler diye içinden dua etme zamanıydı.

*sonra yeni insanlar tanıma öyle spontane öyle fesatlıktan uzak öyle güven dolu ve hatta deli cesaretiyle dolu "bu benim ulan!" deme zamanıydı.

*hayat bu çünkü güvensiz, bir kısa film tadında tedirgin geçmiyor. uzun metrajlı bu kızın filmi. bol karakterli!

*ışık geldi ya yeniden, gözümün feri oturdu iyice ya hani içime ondan bu düzgün cümle kuramayışım yoksa siz bilirsiniz beni, iyi bilirsiniz siz beni.

*bir dost dedi ki mesela bugün "öyle kasmayacaksın, o ne düşündü bu ne dedi ne yapsam ne etsem" tam da ellerim soğumuştu üstelik.

*sonra insan haftaiçi düzenli hayat insanı olunca haftasonu sapıtmalarının da anlamı oluyormuş mesela.

*fütursuzca önüne gelen arabaya atlamak, tanımadığın kızlara sarılıp "aa görüşürüüüzz" demek, arkadaşların evine çat kapı gece 4lerde gidip o kafayla koca cezvelerde kahve yapmalk lazımmış bazen.

*bazen de "kendi başıma filme gideceğim" demekmiş, "arayacak mısın" beni demeni beklerken tam adamın teki mesela.

*sonra şehirdışına çıkmak lazımmış,yollardan kaçmaktansa yolları kucaklamak gerekiyormuş bu bünyeye biraz.

*bütün okulu sırf birilerinin hayatına biraz olsun dokunmak ve "teşekkürler"i duymak için (yok yok aslaaaa 5 puan bonus geçtiği için değil kafamdan!) turlayıp fotokopi çektirmeye kasarak sigara molalarını kısaltmakta iyiymiş,

*tanımadığın yeni tanıştığın insanların en sevdiği yemeği, en son okuduğu kitabı öğrenmek de...

*BUT I WISH FOR SOMETHING MORE derken o dilekleri sadece kendinden dilemek karşıdakilerden çok beklemeden kendini kendi hamurundan yoğurmayı öğrenmek gerekliymiş.

*500 days of summer'mış, amy mcdonaldsmış, regina spektormış...

*Mekanlardan sanki farketmiyorlarmış gibi promosyon şal çalmakmış, sabahın köründe uyanıp güne birayla devam edip ama sarhoşluktan ağlamak yerine "KURABİYEEEE FENEEERRR" diye bağırmakmış.

*Bu sonbahar hüzün yokmuş, aşk belki kapının hemen dışında belki de çoookk uzaklardaymış ama onun peşinden koşup kendini kaybetmek de yokmuş.

nazar değmesinmiş, bu kız bu aralar iyiymiş.

çoooookkkkk iyiymiş!

Sunday, September 06, 2009

ne yürüdük sokaklarda yan yana
ne dolaştık avare
aynı yerde uyumadık uyanmadık
hiçbir gün hiçbir kere olmadı olamadı

hayat güzelmiş-miş

çiçek açarmış-mış
dünya dönermiş-miş
kuşlar uçarmış-mış
falan filan

ne güneşe uzandık yan yana

ne yağmurda ıslandık
bir vapura atlayıp bir sabah
hiç gittik mi bir yere

olmadı olamadı


hayat güzelmiş-miş

güneş doğarmış- mış
gemiler geçermiş-miş
yağmur yağarmış-mış

utanmadan

vicdansızlık, insani duyguların kaybı büyük bir marifetmiş...ne kadar çok acıtırsan o kadar az acırmışsın...umursamayacak, bencil olacakmışsın, o duvarları asla ama asla yıkmayacakmışsın. bu günlerde ayakta kalmanın tek yolu buymuş.
kalpler kırmışım istemeden, zorla, zoraki, kana kana, kanata kanata, kanırta kanırta...sonra kalbim kırılmış...öyle bir acıymış ki göğsüme yumruk gelmiş oturmuş. mesela yapılan iyilikler yüze tokat gibi vurulabilirmiş, düşene bir tekme daha vurmak bedava, hava, su, toprak, mutluluk hep paraylaymış. her şeyin bir bedeli varmış. ama dostlar varmış. dostlar hep bize kalmış. iyi ki de varlarmış.

bir küçük pastayla mutlu olabilen, uyku mahmurluğunda yalandan da olsa özrünü kabul edebilen, içini acıtmış olsan da "anladım...ben seni anladım..." diyebilen dostlar varmış. bir daha inanmalar yokmuş, satılığa çıkarılan gururlar, sözler olmayacakmış.

"you've hurt me. i don't love you anymore."

işte bu kadar basitmiş aslında herşey. o kapıyı çarptıktan sonra bir tüm gün gözyaşları daha fazla kesmesin nefesini diye uyumak varmış, annenin kokusunu içine çekebilmek yine, biricik olduğunu hissedebilmek. hatalarla büyüyoruz, kapıları çarpa çarpa, "bir daha asla" diye diye, daha fazla susmayı öğrenerek, daha fazla severek ama herşeyden ve herkesten daha çok layık olanları ayırt ederek o kıymetlileri severek.

siliyorum artık eskisinden çok daha kolay. bir film şeridi gibi geçermiş ya insanın zihninden ömrü ölürken, her sevgi, her sevgili -olmamış, olamamış olanlar en çok da- ölürken bende bir yerlerde elim artık 289392138 kere mouse a gidip gelmeden delete tuşuna bastıkça, kendimin duygularımın katili oldukça o hissettiğim her şey de gözümün önünden geçiveriyor. geçti ama...geçti içimde ne nefret ne kin ne üzüntü. boşluğun dahi olmadığı bir boşluk hissi bu, kuş gibi hafif, öyle kırılgan ama öyle özgür, öyle kanatlanmış, öyle kararlı.

"şimdi bir gün daha geçirmem gerek, sonra üzerine kimbilir daha kaç tanesi." diye düşünürken günler "gerçek" olanlar yanındaysa ne kadar kolay geçiyormuş. kenarlara kenarlara tutunuyor insan işte ilerlerken. gözlerimi silmem, saçlarımı toplamam gerek. birinin çalıştırması gerek beni, kırbaçla, geberterek. bu araftan koparıp fırlatması gerek. vazgeçmeme izin veridi.

hayatın bir yerine kondum, oracıkta tünedim düşündüm bir uzun gün boyunca sonra sildim tüm kötülükleri üstümden, kiri pası attım ,beni, düşüncelerimi, kalbimi, dostluklarımı kirleten ne varsa çitiledim iyice. ellenmekten rengim kaçmıştı, solmuştum, kendimi yeniden boyadım.

büyümek bu olsa gerek. daha kolay yıkılıyor kaleler ama daha kolay tamir oluyor herşey, tüm bu acı, hayal kırıklığı, şaşkınlık, hüsran bir nevi duck-tape oluyor zamanla.

sabret oku: ben bu silik, bulanık, belirsiz alemde, kesinliğim, keskinliğim, kapladığım ve karşılığı olmayan yer yüzünden duyduğum azapla gaza basacağım, frene değil.

hiç korkmuyorum.









Kadir mevlam senden bir dileğim var
Beni muhannete muhtaç eyleme
Yedi deryalara gark eyle beni
Yine muhannete muhtaç eyleme

Muhannetin suyu dolayı akar
Değdiği yerleri od olur yakar
Eyilik etmeden başına kakar
Yine muhannete muhtaç eyleme

Muhannetin sözü pareli oktur
Lutfuna kerem et ihsanı çoktur
Sağ elin sol ele faydası yoktur
Yine muhannete muhtaç eyleme

Ben dertliyim Hak ayırsın işimi
Kaygılara saldım garip başımı
Varsın kurtlar kuşlar yesin leşimi
Yİne muhannete muhtaç eyleme

Friday, September 04, 2009


"Yasak Aşk" Üzerine...(Eylül'den)


Dün itibariyle televizyonlarımızda ihtişamlı yaşamı, taş gibi kadın ve erkekleri, karmaşık ilişkileriyle bir diğer Aşk-ı Memnu sezonu daha açıldı. Diziyi herkes -takip etsin etmesin- bildiğinden daha fazla üzerinde konuşulacak bir şey yok, ben daha çok ana tema olan aldatma konusuna değinmek istiyorum.


İnsan ne zaman aldatır? Neden aldatır? Her zaman alçakca mıdır aldatmalar? Aşk varsa eğer kaçınılmaz mıdır ya da?

İstediğimiz kadar o boyumuzdan büyük "etik" kavramlara sahip çıkalım hepimizin içinde birer hayvan yatıyor, insanoğlu yılan soyu yani...Sadakat işte bu yüzden aşkla her zaman doğru orantılı olamıyor, içimizdeki hayvani yanın, üreme dürtüsünün ve açgözülülüğün zihnimize oynadığı bir oyun aldatma. "Daha iyi"si diyoruz, hep "daha iyi"sini istiyoruz...işin fenası o "daha iyi"nin kime göre neye göre olduğunu aldatandan başka bilen yok. Bunun üzerinde daha fazla kafa yormaya gerek yok, özellikle kadınlara bu sözüm "2.kadın" istediği kadar sizden aşağıda olsun, "daha" olan bir şey illa ki oluyor, daha güzel, daha kültürlü, daha anaç, yatakta daha iyi değil belki....ama "daha" olan bir şey her zaman var. Hep sorarız ya anlamsızca "neden" diye...bir neden hep vardır. Boşuna kendini suçlama artık, istediğin kadar çabala yetersiz kaldığın bir nokta hep var.

Erkek çocuk kaldıkça, kadınsa büyüdükçe aldatıyor üstelik. Erkek daha fazla ilgi, daha farklı bir tat, daha fazla adrenalin için....kadın yaşayamadıkları için aldatıyor. Erkeğinki alışkanlıktan, kadınınki alışamamaktan yani. Ey erkek milleti sen istediğin kadar kıçını yırt bir zar parçası için, emin ol zamanında yaşayamadıklarının acısını yaşanmışlıklarının çetelesini dahi tutmayan kadınlardan çok daha beter çıkarıyor kadın milleti. Kadın büyüdükçe kendine güveniyor, gözleri pişmanlıklarına, eksik taraflarına daha fazla açılıyor...Erkekse büyüdükçe bir kenara bırakıyor egoyu, aldığı her bir yaşta biraz daha eksiliyor biraz daha cesaretsizleşiyor.

Sanılanın aksine erkek büyüdükçe "aşk" için, kadınsa büyüdükçe "macera" için aldatıyor...Erkeğin "gençlik hataları" açgözlülüğünden, kadınınki kendini gerçekleştirememekten. İşte bu yüzden kadın hep "onu seviyor musun?" diye sorarken erkek "benden iyi miydi?" diye sorar. Kadın üzerindeki ilgiyi ve elindeki ipleri, erkekse erkekliğini kaybettiğini hisseder aldatıldığında. Toplumsal dayatmaların bir bileşkesi olarak kadının erki yüreğinde, erkeğinki çükündedir çünkü. Kadınınki merak, erkeğinki arayıştır çünkü. Kadın aldatırsa gözü dünyayı görmez, erkeğin aklı hala evdekindedir, erkek yedeklemeyi sever...kadın resetlemeyi. Ve kadın idealize ettiği adamı arar aldatırken, erkekse hiç karşılaşmadığını...

Ve bir alıştı mı aldatmaya; erkek her sabah "bir daha asla" diye uyanır...gizliden gizliye korkar elindekini kaybetmekten, kadınsa "onu bulana kadar devam" der, kaybedecek bir şeyi yoktur çünkü gözünde. Erkek alışkanlıktan, kadın ukdelerinden mütevellit aldatır.

Bir gün herkes aldatır sevdiğini...ve acı ama beraber her aldatılan sevilir günün birinde...hal böyle olunca insan düşünmeden edemiyor...sevmek güzel şey de zamanlamada hep bir yanlışlık var sanki...

Wednesday, September 02, 2009

Kaleydoskop Gözünden İnsanlık

Biz bunu hep yapıyoruz. Aman kırılmayım, aman üzülmeyim, aman yargılanmayım, aman aman amanlarımızla kendimizi zırh sandığımız parmaklıkların ardına hapsedip o güzel, güvenli ve gerçeklikten ne kadar uzak olduğunun farkına bile varmadığımız hayatları yaşamaya çalışıyoruz.
Oysa hayat tam da bu kaçındıklarımızın bileşkesi. Biraz üzüntü, biraz eleştiri, biraz utanç, bolca hata...Hata yapmadan kazanılmıyor büyük zaferler, üzülmeden aşk yaşanmıyor, silip karalamadan yazı yazılmıyor. Tanrı'nın en büyük yazar olduğu düşünülecek olursa biraz da bu yüzden her zaman mutlu sonla bitmiyor hikayeler.
Yazmakla aşk arasında o kadar fazla benzerlik var ki bu pencereden bakınca. Yazar da aşık da kendi içine sığamaz olmalı gerçek anlamıyla yaşayabilmek için içindeki fırtınalı sağanakları, ne şu ana sığabilmeli ne de geleceğin kancasına takılabilmeli, geçmişini zaten fırlatıp bir kenara atabilmeli.
Ve yazar da aşık da mutlu değildir esasında. Aşığın günleri 'acaba beni seviyor mu' diye kendini yemekle geçerken, yazarın kaygısı 'acaba okunacak mıyım'dır. İkisinin de mutluluğu acısında, kederinde saklı. Eğer göze alıyorsan yaralanmayı, endişelenmeyi, aldatılmayı ve hatta terkedilmeyi yaşayabiliyorsun aşkını doyasıya. Reddedilmeyi, acımasızca eleştirilmeyi, kendini yalnızlığa günler bazen haftalarca yaren etmeyi kabul ettiğin an yazabiliyorsun, ve her ikisinde de kendinden çıkıp başkalaşıyor, adeta tanrısal bir kimliğe bürünüyorsun. Aşkın oburluktan öldüğü gibi, yani 'çok muhabbet tez ayrılık getirir' felsefesi gibi eğer sayfalarca tıkanmadan, düşünmeden yazabiliyorsan yeteneğini öldürüveriyorsun.
Aşık da yazar da hem ölüme nasıl kafa tutuyor ama hem de ne kadar yakın, ne kadar kardeşler esasında ölümle. Aşık karşısındaki tutku objesi için öldürüyor içindeki şüpheleri, mantığı, ve yakıp yıkıyor şimdiye dek yürüdüğü tüm yolları, yazarsa yazmaktan gelen tutkusu uğruna o kalemi tutmadan, o yazıyı yazmadan önceki halini tek bir darbeyle söküp çıkarıyor hançeresinden, geriye yalın ve soyunuk bir yaratma hali kalıyor her ikisinde de en nihayetinde.
Ve her seferinde seçiyor her ikisi de, Pascal'ın dediği gibi 'her seçim bir vazgeçiştir' ya hani, mutluluğa erişmek için sıradan insanlara mutluluk gelen her şeyden vazgeçiyor, vazgeçemediği, seçemediği an ise her şeyden vazgeçmiş bir şekilde elinde koca bir hiçle kalakalıyor.
Aynı yazar gibi aşık da durmaksızın yaratıyor aslında, karşısındaki farkında olmadan, kendisinin de karşıdaki tarafından bir şekilde yaratıldığını bile hissetmeden. Ahmet Altan eski bir denemesinde (siyasi görüşleri, hayata dair duruşu her ne olursa olsun çok güzel bir kalem, ondan da daha güzel bir beyin bence onunkisi, yani yazıya da aşka da aşık bir kadın için belki yer yüzündeki en seksi adamlardan biri) bir insanla karşılaştığımızda onun önümüze sunulmuş bir kil parçası olduğunu ve bizim kafamızda hayal ettiklerimizle ona kol, bacak, gövde ve kendi kafamıza uygun bir kafa ekleyerek onu bir heykele dönüştürdüğümüzü, yalnızca kendisine bir yüz, yani bize başkaldıracak, bizi hüsrana uğratacak bizden bağımsız bir kimlik biçmediğimizi ve heykelin yüzünü döndüğü an 'elveda'ların başladığını yazmış. Ne kadar doğru...
Herkes, hepimiz bir gün dönüyoruz işte yüzümüzü, kimi bundan kaçınmak için, belki yüzünü çevirmeyen olur diye birçok küçük kil parçası alıyor, kendine birçok 'aşık' yaratıyor ki bunun adına sadakatsizlik deniyor, kimi gözünün önünde parçalanan ve kendisini de parçalayan heykellere razı oluyor, yere düşen kil parçacıklarıyla mutluluğu bulmaya çalışıyor. Gerçek aşk parçalanmayı, başkalaşmayı göze almakla yaşanıyor, küçük bir kil parçasından heykel yapmak kolay değil emek istiyor, emek işin içine girince adına 'aşk' deniyor.
Aşk denilen bir insandan bir parça kil alarak onun bir gün yıkılacağını içten içe bile bile kocaman bir heykel yaratmaya çalışmak, yüzünü döndüğünde gördüğü yüze 'sen ne kadar değişmişsin' demeden kendi yaptığı heykel gibi konuşmasa, saçları Rodin'in meşhur heykelindeki gibi yüzünü örtmese de bıkmadan yılmadan bu sefer dökülen parçalardan karşısındakinin kendisini toparlayarak 'kendi gibi' olan bir heykel yapmasını izlemek, ve tüm farklılıkları, tüm kusurları, tüm hatalarıyla o heykeli kendi heykelciğinin yanına koyabilmek.
Aynı yazarkenki o kendini kaybetme anından sonra ortaya çıkanın esasında bir nevi kendi kendini yaratmış ve senden bağımsız, Tanrı'nın bir emri gibi yekpare önüne sunulmuş bir hayal ürününden ibaret olduğunu kabullenmek gibi zor ama keyifli bir iş aşk da.
Belki de bu yüzden, durmaksızın değiştirmeye, kusursuzlaştırmaya çalıştıkları için kadınlar aşk da daima doyumsuz, kendini bir türlü iyice ıslatılmış bir kil parçası gibi hafif ve esnek bırakamadığı için erkekler anlayışsız.
Aşıkla yazar birbirinden beslenen, birbirini içinin dalgalarıyla sulayan ve hatta birbirinde yaşayan tek bir heykelin iki ayrı yüzü.
Tam da bundan dolayı yazanlar hep aşık...

Monday, August 31, 2009

KURAL 6: 'Şu dünyadaki önyargı, çatışma ve
husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk
diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.'

Sabahtan beri blogger'ın kumanda panelini açıp birşeyler yazmaya kaç kere hazırlandığımı hatırlayamıyorum bile. Mutlu, mutsuz, düşünceli, aksi, umutsuz, hayalci...Genelde kendime yakıştırılan bu sıfatlardan hiçbiri yok bugünlerde üstümde. Onları soyundum bir güzel katlayıp benliğimin dışında bir yerlere kaldırdım. Bir süre havalanmaları lazımdı zira.

Bu aralar safi bir garip suskunluk hali var bende. Oysa anlatmak istediğim, yazmak istediğim, konuşmak, söylemek, sormak istediğim öyle çok şey var ki. Ama bazen köreliyor insanın dili böyle. Karşısına karşısındakinden bir ayna alıyor ve kendini onun seçebileceği cümlelerle tanımlamaya çalışıyor. Benim tanımım yok son bir kaç gündür, çok denedim çok fırlatıp kırdım o aynayı, çok konuştum ona, 'söyle bana güzel miyim?' dedim...Sonra hep eksik, yetersiz geldi birşeyler. Ben de gözümü kapatıp sustum uzunca bir süre. Öyle ki içimi bile susturdum, parmaklarımın bile bağladım gözlerini.

Dokunmazsa, elini uzatıp değmeye çalışmazsa nasıl hisseder insan bilmiyorum. Ama sustuğuma, görmeye çalışmaktan vazgeçtiğime göre bir süre dokunulmazlık da tanımalıyım etrafıma sanırım. Zihinsel oruç benimkisi de, kendimi sınamanın en güzel yolu.

Oysa kendimi kandırdığımı biliyorum çokları. Susturulan cümleler konuşulmuyor bir daha asla, yürünen yollar geri yürünmüyor. Zor çünkü, başlangıçlar ne kadar zorsa yeniden başlangıçlar daha da zor. Kızmıyorum artık ama, ne kendime ne başkalarına. Ne yaptıysa dilimiz yaptı diyorum. Herşey bir küçük sözcük, bir çalıntı bakış, bir zaruri dokunuşla başlıyor. Ve bazen bitmesi şartsa bir şeylerin, aynı şekilde oluyor. Elin,gözün,dilin bağlanması ve hatta mantığın, aklın bile tutsak edilip yalnızca kalbin konuşması, varsa eğer yazgının peşinden gidilmesi gerekiyor.

Tüm bunlar yeni bana, ama bir şekilde düşe kalka çabalıyorum.

Uzun bir zaman sonra ilk defa beni bana sessizce, kavgasız, dövüşsüz, çırpınmasız, fırtınasız döndürecek, eğer gerçekten yolundan sapmış şeyler varsa düzenleyip önüme sunabilecek tek çözüm bu çünkü.

Deniyorum, öğreniyorum...

Friday, August 28, 2009

THIS IS ALSO ME

Kırmızı bir at çizerdim,
Kırmızı bir at,
Bak bu da kafası...

'Nereden geldim, nereye
giderdim?'

Bu da düşünen kafanın bana
sorusu.

Sür beni sarp kayalıklara oradan aşağısı başka
yerin konusu

'Ah' dedi 'senin durumun
fena'

'Ah' dedi 'kalbinde bu neyin
sancısı'


Dayanamaz kalbimin içinden
çıkardım,

Utanmadan dünyaya tepeden
bakardım!

Kimse beni bilmez,
Bilmez beni bilmez,
Bilmez beni kimse,
Ben hep saklandım.

Yanmalısın,sönmelisin, ruhları
incitmeli...

İnanırken yalanlara,
Delirmiş olmalısın!
Bakmalısın, görmelisin, acıyan yerler
neresi?

Varmak için heplere önce hiçi göze
almalısın!


Ah o kızgın bakışın, bir de üzgün
bakışın

Yüzlere gülüşün ve anidir
düşüşün!


Üzülmeye gelmez, giderdim aramaya ruhumun
parçalarını.

Üzerime bir bir dikerdim.
Beni nasıl isterdin?
'Tek parça!'

Yoksun!Nedenin yoksa,
Kime güler yüzün,
Kime ağlarsın?

--Çek, bir sandalye çek ve
otur

Mumlar var, mumları yak,
Anlatacaklarım uzun, uzundur
yollar

ve
Her ne yöne gidersen git beter gibi sonsuz
ama,

Yoksun nedenin yoksa!--

Yokum!
Nedenim yok benim!
Kime güler yüzüm,
Kime ağlarım?
Duruyorsan, ne
duruyorsun?

Yarına kalsam, ne
umuyorsun?


Ağlarla kaplı, hiç
bilemezsin...

Her yanım, her sözüm, her savaşım,her
yönüm...

Öyle zor geliyor ki...
Her yeni gün!

Thursday, August 27, 2009

Boredom Is My Middle Name!!

Çoğunlukla işimin gücümün yazmak ve okumaktan ibaret olduğunu hayal eder, kendime kimilerinin 'aylaklık' diye adlandırdığı bir hayat çizdiğimi düşlerim. Bu blog da bunun bir simülasyonu olsa gerek. Günlerdir ağır şeyler yemekten, düşünmekten yaşamaktan bıkmış olan bünyem dün ruhsal ve bedensel bir detoks maratonu yaşadı ve kendisine geldi. Yine kendimi kandırarak tek işimin bu blog olduğunu düşünecek olursak işte son bir kaç günün (2 gün demek daha doğru olacak) Z raporu:

*Boş kalınca Allah değil ben bile kendimi sevmediğimi farkederek sonunda ertelemeyi bıraktım ve Erdoğ Amca'nın bürosuna gidip gelmeye başladım. İlk sabah yaşadığım beynimdeki patlamalara gelmeden önce bir önceki geceye (en azından hatırladığım ve o kadar da tatsız olmayan anlarına) gitmeli sanırım.

*M. yi çok özlemişim, sanırım önümüzdeki 1 sene de özlemekle geçecek. İçimde kendisiyle ilgili garip bir heyecan var, zaten bayıldığım Brüksel'de şimdi artık 2. bir evim olacak hissi veriyor gidecek olması. Herşey çok güzel olacak inanıyorum.

*S. ile görüşmeye başladığımdan beri herkesten ne kadar uzaklaşmış olduğumu farkettim. Saatlerce M., E., C. ve ben 'eski güzel' günlerimizde ne saçmalardan seçmeler yaşamış olduğumuzu tartışıp gülüştük. Bu iyi, bak bu çok iyi, dedim sonra ben.

*Flat'in margaritaları gerçekten çok başarılı!

Geçenin bilançosu dünkü yazıdan anlaşılacağı gibi pek iç açıcı değildi doğal olarak. Bana koca bir baş ağrısı, 30 lira tutan bir taksi ücreti, pişmanlık, hayal kırıklığı ve ne olduğunu henüz çözemediğim garip bir durum (ki bu düpediz awkwardness işte) bıraktı ve ertesi sabah Alka Seltzer'in ne yüce bir icat olduğunu kanıtlamam için gün doğdu!

*Akşam yine hızımı alamadım ve kendi kişisel Minik Eloise' im ilan ettiğim S. ile buluştum. Bu aslında biraz garip, zira liseden beri hiç liseli arkadaşım olmamıştı. Lox'a gidip gözüm dönercesine waffle yerken bulmayı düşünürken kendimi birden vahiy inmişcesine detoks meyve suyu ve diyet yemeği (sebze beğendi--ki kabak ve havuçtan yekpare bir yemek nasıl hem bu kadar lezzetli hem de bu kadar doyurucu olabilir çözemedim) ile başbaşa buldum.

*Çıkışta hayatımda ilk defa kendimi yaşlı hissetmenin verdiği hezimetle bizim benim deyimimle 'daha az genç, daha az zengin, daha az libidolu' Sex and the City kızlarıyla buluştum. S., A. ve T. annemin yıllardır en yakın arkadaşları ancak bu harika kadınlar kendi arkadaşlarımı satıp yanlarına gitmemi sağlatacak kadar eğlenceliler, iyi ki de varlar! (ilerleyen günlerde umarım bir daha böyle light bi modumu yakalarsam sırf onlara ayrılmış bir yazıda detaylarıyla anlatacağım kendilerini)

*Dün sabahtan beri garip şeyler oluyor ama be blog, yani güzel mi kötü mü bilemediğim gariplikler. Mesela gerçekten Tanrı'nın sevgili bir kulu olduğunu düşünmeye başladım. Zira ne zaman böyle en dibe vursam ben düşerkenden çok daha kolay bir şekilde toparlanıyorum. Yani artık hakikaten düşünmüyorum. Sanırım 'en güzel mücevherler en büyük enkazların altında saklıdır' olayı bu.

*Egoma sponsor olacak kimseyi bulma ya da 'eğlen güzelim' modu yaşama gibi bir derdim yok ama böyle zamanlarda gökten zembille inmişcesine etrafımda beliren, 'allah allah ne alaka' dedirtip kendime güvenimi sağlayan insan topluluklarını seviyorum. Tanrı'nın bana geçtiği kıyaklardan biri de bu olsa gerek.

*Son iki gündür duyduğum en güzel cümleler şu ikisiydi sanırım:

Bir parça, parçası yapabilme kabiliyeti içinde olanı prensesim bellerim
yemin ederim...
--A.B.


Bir eylem kendi iradenizin dışına taşmışsa o artık sadece maddi manevi
zarar getirmeye başlıyor.
--Ayça Şen

Bu iki lafın da -ki ilki ilk okuyuşta oldukça isyankar ve bıçkın, diğeri ise ilk okuyuşta oldukça uyduruk gelmekle beraber- şu günlerde beynime kazımam gereken düsturlar olduğunu ben unutursam arada bir hatırlatın bana şu sıralar.

*Hah son bir komiklik, dün sabah aptal bir pişmanlıkla az kaldı birisine meyve sepeti yollayacaktım. E. olaya uyandırmasaydı, saçma sapan bir sarhoşluk anını bu kadar büyüttüğü için sinir olmuşken, gerçekten büyütülecek olduğunu kabul edercesine 70 liralık şeftali, portakal yollayarak kendimi iyice rezil bir insan haline sokabilirdim.

Son olarak...

Bu blog işi sapıkça bir teşhirci-röntgenci ilişkisi değil de nedir şimdi?

To All It May Concern;

Ben böyle olmadan, hani içine melankoli kaçmadan daha doğrusu bunu dışarıya yansıtmayı bu kadar cesurca beceren bir insan olmadan önce oldukça alelade ve hatta mizahi bir dille yazabiliyordum. Bunu yapabiliyordum evet. Sonra ben büyüdüm ve kirlendi dünyam...

Yaftalar...Hepimizin üzerine yapışan yaftalar ve etiketlerden ibaret hayatlarımız, yaratıcısı Yaratıcı, oyuncuları kendimiz olan koca bir reklam kampanyasının içindeyiz yani ömür el verdiği müddetçe. Binbir kadın var oysa benim içimde, ki bu yalnızca Elif Şafak'ın Siyah Süt'ünden sonra ayırdına vardığım bir şey de değil. Ya da Ayşe Arman'ın son yazılarından birinden sonra.

Kadınım ben, kadınlığı en olması gereken gibi, en açık yürekliliğiyle kadınca yaşamaya çalışanlarından. Yani ağlayan, zırlayan, bazen obsesyon bazen kapris yapan, seven, sevişen, çok konuşan, kendini ispatlamak zorunda olmaktan nefret eden ama yine de bu ülkede yaşadığı için kendini sürekli ispatlamaya çabalayan bir kadın. Sonra kız çocuğuyum, hatalarıyla, düşüp kalkan, kanatan kendini, ama içindeki umudu, sevinci hepsine rağmen yitirmeyen. 'Aaaa o kadar değerli yazarımız var ki ben yazar müsveddesi bile olamam' diyemeyeceğim; hissettiğim, yaşadığım, ta içimde duyumsadığım kadarıyla yazarım. Yazamayınca nefes alamaz, kendini bir türlü sakinleştiremez olan, ama yazabilmek için de nefes alamamaya sakinleşememeye ihtiyaç duyanlarından. Öğrencilik-evlatlık-sevgililik ise yalnızca geçici kavramlar benim için. Bugün buradaysam, meyan okuyorsam herkese ve herşeye bu üç 'titr'dir esas beni ben yapan.

İşte bu yüzden kategorize etmeyin beni, her sevişmek dediğimde, ve hatta zaman zaman sevişmelerimden bahsettiğimde 'orospu', her karardığında buraya yazdıklarımın içeriği 'depresif', her sevdiğimde gerçekten çocukça ve anlaşılmaz hislerle 'takıntılı', her içtiğmde kendimi o sonsuz başdönmesine koyverdiğimde 'ayyaş' demeyin. O samimiyetsiz tavırlarınızla beni anlıyormuş gibi hiç yapmayın hele. Anlaşılmamak gibi bir derdim amacım yok; ancak kimsenin kimseyi anlamadığını çabalasa bile bunu başaramadığını bilecek denli büyüdüm ben.

'Yazılar yazan kadınla tanışmak görüşmek isterim bir gün...' demeyin mesela, o kadın ben değil, benim bir parçam yalnızca. Canınızı sıktım diye ya da bir günlük beni silip atmayın, buzlu camların ardına yerleştirmeyin, o hırçın, o delişmen, o anlayışsız kadın da bütünün tümleyenlerinden başka birşey değil.

Eğer kıyısından köşesinden ilgi alanınıza giriyor, tanıma isteği uyandırıyorsa bu kadın --ki hiç kimse buna zorunlu değildir-- emin olun içime girmenize izin verir, her yönümü göstermeye çalışırım, kabul etmeniz ya da takdir etmeniz değil beklediğim, yalnızca biraz gözlem, biraz hayalgücü yeterli istediğimi başarabilmek için.

Eğer bu çok zorsa, diğer türlüsü sizin acımasız, spontane, yaftalayan ya da adıhernehaltsa hallerinize daha fazla uyuyorsa varsın biriniz gidin evde yazdıklarımı okuyup kendinizce mastürbasyon -ki bu zihinsel de fiziksel de olabilir- yapın, diğeriniz 'gece içmek için' dışında çağırmayıp yüzeyselliğinize ortak edin, bir ötekiniz dünyanın ne kadar zor, çetrefilli ve boktan olduğundan dem vururken aklınıza yalnızca beni getirin, bir diğeriniz tüm kininizi, kavganızı, kadınlara dair genellemelerinizi, sorunlarınızı, sorularınızı benim üstüme yıkın. Bunların hiç biri beni şaşırtmaz da sinirlendirmez de, çünkü biliyorum ki en nihayetinde reklam kampanyaları da hedef kitlenin anlayışına göre değişiklik gösteren, görece pazarlama taktiklerindendir.

Sizden tek ricam beni anladığınızı, çözdüğünüzü, tamamen tanıdığınızı iddia etmeyin. Bunu gerçekten başaranlar olursa eğer -ki azınlıktalar ama varlar- emin olun dillendirmeye gerek kalmadan farkındalık yaratacaklardır.

Eğer -aranızdan bazıları için geçerli bu- tüm bunlara rağmen vazgeçemiyorsam, nadiren yaptığım bir şeyi yapıp kendimi göstermeye, tüm renkleriyle içimdeki o gökkuşağından paleti sizin dünyanızın duvarlarına yansıtmaya çalışıyorsam değerinizi bilin, hayran olduğum vicdanınıza ve insanlığınıza yakışır bir şekilde giderken en azından hoşçakal deyin...

Wednesday, August 26, 2009

FLU HALİ

"Özür dilerim..." dedim "özür dilerim, çok sarhoştum...ya da çok pms...rezilim ben rezil!"

Oysa herşey ne güzel başlamıştı, çilekli margaritalar indikçe mideme her bir kadehte biraz daha silinmişti ruhumun kiri pası, her bir yudumda beynimin cinleri biraz daha tatlı bir pembeye boyanmıştı. Sonra "bir sesini duyayım"la başladı herşey (her zaman öyle başlamaz mı sanki...), gerisi alışılageldiği üzere flu.

İnsan unutuyor, daha doğrusu hafızası bir anne şefkatiyle siliveriyor bazen tatsız an(ı)ları. Kendisiyle ilgili olanları kendinde daha fazla nefret etmesin diye yok ediyor da başkalarının açtığı yaraları ibret olsun diye asla kapatmıyor. "Takıntı" işte burada başlıyor. Bunun adı başka bir şey, takıntı ya da rahatsız etme isteği değil, hırs, kin desen hiç değil. Bir yarım kalmışlık duygusu, "i didnt say all the things i wanted to say, and you cant take back what you've taken away" durumu. Kadınlar bu yüzden daha zor atlatıyor. İster bir gün olsun ister 5 yıl...Sözcükler bir şekilde boğazına zehir gibi yapışıyor insanın ve cevapları aramaya koyuluyor.

Adam "Tamam" dedi..."tamam ama bir daha olmasın". Vazgeçiş, bıkkınlık doluydu, tonlamasından tanırım. Bir daha lara bir daha fırsat verilmeyecekti biliyordum. Sonra özürleri bir kenara bıraktığım yere geldim, o köşede kendimce hafıza tazeledim. Yukarıda kullandığım flu kelimesinin "grip"le aynı olması rastlantısal mıydı yoksa Freud'un dahi farkedememiş olduğu bilinçaltısal bir çağrışım mı bilinmez. Ama o belirsizlik, o sis hali aynen bir hastalığa benziyordu. Belirsizlik beni her zaman en çok korkutan şey olmuştur, kendimle, sözlerim düşüncelerimle, karşımdakiyle, "o"nunla..."onlar"la olan belirsizlikler.

Yaşantıların "flu" hali...

Bir tarafta delirmişcesine bağıran,ağlayan kendini unutan kadınlar, diğer tarafta yalnızca oyunu bölündü diye huzursuzlanan çocuk-adamlar yaratan o hali. Kadını takıntılı, erkeği bir maraton koşucusu kadar hızlı, ama kendi hızından, kaçışlarından en çok da kaçamama halinden, bir an olsun sorgulamak ve sorgulanmaktan ürkecek kadar korkak yapan hali...

İnsan pembelerden sislere geçiş yapınca umudu unutuyor, büyüdükçe iyiden iyiye siliyor. İyi ye dair herşeyin üstünü çiziveriyor. Bir kere pişmanlıkla boyanmayagörsün içinin avluları, senaryoyu hemen yırtıp atıyor, özürlerin yanına vazgeçmişlik sıkıştırıyor.

Bende özürler yok artık oysa, sorular, sorgulamalar, düşüncelerim düşünceleri, düşlerimin düşleri, paranoyalar, "acaba"lar, "keşke"ler, "yoksa"lar. Onlar artık yabancı, kulağımda silik bir uğultudan ibaret. Kendimi suyun kaldırma kuvvetine bırakıp usulca süzülmek var, süzülmek ve beklemek...Kaybettiğim, kaybettirdiğim zamanlara kendimi affettirmek ve bir gün kendimi affetmeyi, olacakları, ya da belki de hiçbir zaman olamayacakları ve hatta hiç olmamış olanları kaşık kaşık içimin gölüne mayalamak zamanı...

Eğer yeterliyse bu özür, yıpranan sinirleri, yıpranan yaşantıları, yıpranan düşünceleri tamir etmeye ve belki çıkmaz sokaklardan, "tamam bir daha olmasın"lardan arınmış yollar yaratmaya ve yolları koşmadan, kaçmadan, korkmadan bebek adımlarıyla keşfederek yürümeyi sağlarsa, beklentilerden soyunup "bekleme"yi öğretirse bu kız yeniden net görebilecek...

O zamana kadar pembesini griye boyamaya devam edecek...

Monday, August 24, 2009

"Ve bir hüznün yankısıysa eğer şiir sana yaklaştıkça şiire yaklaşıyorum demektir..."

Güzel adamları, iyi adamları, anlayışlı adamları, sadık adamları, dengeli adamları sevemedim ben bir türlü. Hep içimin sularını bulandırıp dalgalarından kelimeler taşıracak olanlarını seçtim.
Tarih boyunca sanatın dahi ataerkil olduğu dönemlerde ağzımızdan hayranlık suları akarcasına okuduğumuz şairlerin, yazarların da böyle ilham perileri olmuş hep. Çoğu "üstad" bunları karşı konulmaz güzellikte ama biraz aptal olanlarından seçmiş. Bir zamanlar bir arkadaşımın dediği gibi "kadının az konuşanı, zekası seninkini aşmayanı makbul" ne de olsa.

Sessizlikleri ile çığlığımı bastıran bu adamların hepsi bana hayatta aşık olunacak yegane varlıklar gibi gelmiştir. Oysa ben artık dedim ya o adamların sesi olmak, içlerinden geçenleri okumaya çalışmak, ara metinleri çözümlemek istemiyorum. Sonsuz bir basitlik hali benim aradığım.

Önceleri yine öykülerime baş kahraman olan adamlardan birini anlatıp bayılırcasına ağladığım gecelerden birinde canım E. "belki de onu yalnızca sana yazacak bir malzeme verdiği için seviyorsundur." demişti. Bu gerçekten böyle; aşk bazılarımızı besler, beslerken hımbıllaştırır, tembelleştiririr, bazılarımızınsa iliğini kemiğini sömürür ama beynine minik ilham pericikleri kondurur. Ne dediğine bakmadan yazmaya koyulursun işte böyle zamanlarda, baksan olmaz çünkü onlar gizli hisler, bir şekilde ortaya çıksın diye kendini parçaladığın ama her bir parçasında kendinden birşeyler bıraktığın...

İlham perim diyorum ya bu adamlara, hepsinin ortak noktası özlediğimde değil canları istediğinde gelmeleri. En çok ihtiyacım var diye yoksunluk krizine kapıldığımda çoktular ama yoktular'ı oynayıp, en tuhaf saatlerde mesela huzurla kahvemi yudumlarken, "geçti artık...geçti bitti" derken, ama yine de ben hiç de "iyi" değilken gelen adamlar. Ne kadar umutla bırakmaya çalışsam da bir santim ötemi göremememi sağlayan sisler yaratan adamlar...

Gidenlerin arkasından el sallamaya, onlara kendimce küçük yol öyküleri yazmaya alışığım ya nasıl olsa geçen gün de yine gitti birisi böyle, beklenmedikti belki ama alışagelmedik bir şey yoktu. Oturdum döktürdüm yine sonra hediye bir mendil iliştirircesine cebine bir güzel okuttum, maksat iz bırakmak olsun, can acıtmayı başaramasa da düşündürsün eh en önemlisi de kendime zihinsel mastürbasyon olsun. "Hiç hoş değildi..." dedi daha sonra, eğreti özürlerle -ki insanlarla tartışmaktansa özür dilemeyi, kırgınlıkları bir kalemde silip atmayı tercih ediyorum ben- "içimden ne geçiyorsa döktüm yazıya işte, önemli değildi." dedim.

Oysa bilmediği bir şey vardı; bu klavyenin, şu köşedeki kalemin, sürekli bir şeyler karaladığım kağıt parçalarının her birinde yüzlerce sevişme var, yalnız okudukça tatmine ulaştıran, onlarca aşk, ancak o sayfalarda yaşanabilmiş olan. Tüm bu yazıların arasında bir yerde, belki unutulmuş, belki unutulmaya çok çabalanmış ama başarılamamış hep eksik kalmış adamlar var...Ve her başarısızlıkta, her suskunlukta, her esriklikte, koyduğu her virgülde şu an hangisi ya da kim olduğunu bilmese de "o"na yaklaşan, bu yüzden tüm bunları ölesiye önemseyen bir kız var.

Çoğu insan kendini yaralar, üzerine bir yara bandı yapıştırır ve yaşamaya devam eder, ben kendimde açtığım her bir kesiğe çocuğum gibi bakıyor, karnımda, kalbimde taşıyor besliyorum, en sonundaysa....

Yanlışlardan doğruları, yazılardan gerçekleri doğuruyor, sancısının adını tutku koyuyorum...

Sunday, August 23, 2009

crossword

kalabalığı sevmiyorum artık. önceleri yolda yürürken birilerinin dönüp bakmasını, sonra kahkahalarla bunu etrafıma anlatmayı severdim mesela. ya da güruh halinde oradan oraya koşturmayı, aynı hikayeyi defalarca bıkmak usanmak bilmeden farklı insanlara anlatmayı. ne kadar dingin, ne kadar durağan, o kadar hareketli diye düşünüyorum oysa şimdilerde. adını da "static movement" koydum bunun. hani bazı filmler vardır, yavaş çekime alıp sahne sahne hissederek, içinize çekerek seyretmek istersiniz. işte bazen aynen böyle hayatımın "pause" tuşuna basıp anı-anıları izlemek istiyorum yalnızca bir yabancı gibi.

mesela bir şehire, bilmediğim bir ülkeye gidip tek başına dolaşmak istiyorum. yabancılarla karşılaşmak, yabancıların arasına karışmak, ve bütün gece onların hikayelerini beynimde tek tek resmetmek ama kendimden onlara hiç bir iz bırakmamak istiyorum. çünkü ben kimde iz bırakmaya çalıştıysam şimdiye dek silindi gitti benliğim, onlarda bir bağıran, kendini sürekli ortaya atan ve gururunu soyunan kadın kaldı yalnızca.

dokunmak istiyorum, içinde olduğum, içimde olan hayatlara tek tek dokunmak, okşamak ve sesimin yankısını değil usulca parmak izlerimi bırakmak. ama bir türlü olmuyor, sanki şu meşhur pazar bulmacalarından birindeyim ve orta karede herşeyin çözüm noktası olacak olan harfi bir türlü bulamıyorum gibi.

bu bir ilk yazı ve anlatacak hikayelerim var diye buradayım, farkındayım ama ben artık ifade etmeye çabalamaktan,anlaşılmak istemekten, içimin her bir kelimesini tek tek hecelemekten yoruldum sanırım.

demem o ki...özellikle bazılarına...artık ben kaçıyorum. dan dun konuşmaları, "ama ben aslında..."ları, "ben şöyleyimdir..."leri bir kenara bırakıyorum.rengimi gördünüz nasılsa, bırakın biraz da kendini soldursun sizin anlatacaklarınızın bulanık suyunda.

biraz da siz anlatın,çabalayın artık...

olur mu?
de-ne-me