Monday, August 24, 2009

"Ve bir hüznün yankısıysa eğer şiir sana yaklaştıkça şiire yaklaşıyorum demektir..."

Güzel adamları, iyi adamları, anlayışlı adamları, sadık adamları, dengeli adamları sevemedim ben bir türlü. Hep içimin sularını bulandırıp dalgalarından kelimeler taşıracak olanlarını seçtim.
Tarih boyunca sanatın dahi ataerkil olduğu dönemlerde ağzımızdan hayranlık suları akarcasına okuduğumuz şairlerin, yazarların da böyle ilham perileri olmuş hep. Çoğu "üstad" bunları karşı konulmaz güzellikte ama biraz aptal olanlarından seçmiş. Bir zamanlar bir arkadaşımın dediği gibi "kadının az konuşanı, zekası seninkini aşmayanı makbul" ne de olsa.

Sessizlikleri ile çığlığımı bastıran bu adamların hepsi bana hayatta aşık olunacak yegane varlıklar gibi gelmiştir. Oysa ben artık dedim ya o adamların sesi olmak, içlerinden geçenleri okumaya çalışmak, ara metinleri çözümlemek istemiyorum. Sonsuz bir basitlik hali benim aradığım.

Önceleri yine öykülerime baş kahraman olan adamlardan birini anlatıp bayılırcasına ağladığım gecelerden birinde canım E. "belki de onu yalnızca sana yazacak bir malzeme verdiği için seviyorsundur." demişti. Bu gerçekten böyle; aşk bazılarımızı besler, beslerken hımbıllaştırır, tembelleştiririr, bazılarımızınsa iliğini kemiğini sömürür ama beynine minik ilham pericikleri kondurur. Ne dediğine bakmadan yazmaya koyulursun işte böyle zamanlarda, baksan olmaz çünkü onlar gizli hisler, bir şekilde ortaya çıksın diye kendini parçaladığın ama her bir parçasında kendinden birşeyler bıraktığın...

İlham perim diyorum ya bu adamlara, hepsinin ortak noktası özlediğimde değil canları istediğinde gelmeleri. En çok ihtiyacım var diye yoksunluk krizine kapıldığımda çoktular ama yoktular'ı oynayıp, en tuhaf saatlerde mesela huzurla kahvemi yudumlarken, "geçti artık...geçti bitti" derken, ama yine de ben hiç de "iyi" değilken gelen adamlar. Ne kadar umutla bırakmaya çalışsam da bir santim ötemi göremememi sağlayan sisler yaratan adamlar...

Gidenlerin arkasından el sallamaya, onlara kendimce küçük yol öyküleri yazmaya alışığım ya nasıl olsa geçen gün de yine gitti birisi böyle, beklenmedikti belki ama alışagelmedik bir şey yoktu. Oturdum döktürdüm yine sonra hediye bir mendil iliştirircesine cebine bir güzel okuttum, maksat iz bırakmak olsun, can acıtmayı başaramasa da düşündürsün eh en önemlisi de kendime zihinsel mastürbasyon olsun. "Hiç hoş değildi..." dedi daha sonra, eğreti özürlerle -ki insanlarla tartışmaktansa özür dilemeyi, kırgınlıkları bir kalemde silip atmayı tercih ediyorum ben- "içimden ne geçiyorsa döktüm yazıya işte, önemli değildi." dedim.

Oysa bilmediği bir şey vardı; bu klavyenin, şu köşedeki kalemin, sürekli bir şeyler karaladığım kağıt parçalarının her birinde yüzlerce sevişme var, yalnız okudukça tatmine ulaştıran, onlarca aşk, ancak o sayfalarda yaşanabilmiş olan. Tüm bu yazıların arasında bir yerde, belki unutulmuş, belki unutulmaya çok çabalanmış ama başarılamamış hep eksik kalmış adamlar var...Ve her başarısızlıkta, her suskunlukta, her esriklikte, koyduğu her virgülde şu an hangisi ya da kim olduğunu bilmese de "o"na yaklaşan, bu yüzden tüm bunları ölesiye önemseyen bir kız var.

Çoğu insan kendini yaralar, üzerine bir yara bandı yapıştırır ve yaşamaya devam eder, ben kendimde açtığım her bir kesiğe çocuğum gibi bakıyor, karnımda, kalbimde taşıyor besliyorum, en sonundaysa....

Yanlışlardan doğruları, yazılardan gerçekleri doğuruyor, sancısının adını tutku koyuyorum...

No comments:

Post a Comment

konuşun bakalım: