Wednesday, August 26, 2009

FLU HALİ

"Özür dilerim..." dedim "özür dilerim, çok sarhoştum...ya da çok pms...rezilim ben rezil!"

Oysa herşey ne güzel başlamıştı, çilekli margaritalar indikçe mideme her bir kadehte biraz daha silinmişti ruhumun kiri pası, her bir yudumda beynimin cinleri biraz daha tatlı bir pembeye boyanmıştı. Sonra "bir sesini duyayım"la başladı herşey (her zaman öyle başlamaz mı sanki...), gerisi alışılageldiği üzere flu.

İnsan unutuyor, daha doğrusu hafızası bir anne şefkatiyle siliveriyor bazen tatsız an(ı)ları. Kendisiyle ilgili olanları kendinde daha fazla nefret etmesin diye yok ediyor da başkalarının açtığı yaraları ibret olsun diye asla kapatmıyor. "Takıntı" işte burada başlıyor. Bunun adı başka bir şey, takıntı ya da rahatsız etme isteği değil, hırs, kin desen hiç değil. Bir yarım kalmışlık duygusu, "i didnt say all the things i wanted to say, and you cant take back what you've taken away" durumu. Kadınlar bu yüzden daha zor atlatıyor. İster bir gün olsun ister 5 yıl...Sözcükler bir şekilde boğazına zehir gibi yapışıyor insanın ve cevapları aramaya koyuluyor.

Adam "Tamam" dedi..."tamam ama bir daha olmasın". Vazgeçiş, bıkkınlık doluydu, tonlamasından tanırım. Bir daha lara bir daha fırsat verilmeyecekti biliyordum. Sonra özürleri bir kenara bıraktığım yere geldim, o köşede kendimce hafıza tazeledim. Yukarıda kullandığım flu kelimesinin "grip"le aynı olması rastlantısal mıydı yoksa Freud'un dahi farkedememiş olduğu bilinçaltısal bir çağrışım mı bilinmez. Ama o belirsizlik, o sis hali aynen bir hastalığa benziyordu. Belirsizlik beni her zaman en çok korkutan şey olmuştur, kendimle, sözlerim düşüncelerimle, karşımdakiyle, "o"nunla..."onlar"la olan belirsizlikler.

Yaşantıların "flu" hali...

Bir tarafta delirmişcesine bağıran,ağlayan kendini unutan kadınlar, diğer tarafta yalnızca oyunu bölündü diye huzursuzlanan çocuk-adamlar yaratan o hali. Kadını takıntılı, erkeği bir maraton koşucusu kadar hızlı, ama kendi hızından, kaçışlarından en çok da kaçamama halinden, bir an olsun sorgulamak ve sorgulanmaktan ürkecek kadar korkak yapan hali...

İnsan pembelerden sislere geçiş yapınca umudu unutuyor, büyüdükçe iyiden iyiye siliyor. İyi ye dair herşeyin üstünü çiziveriyor. Bir kere pişmanlıkla boyanmayagörsün içinin avluları, senaryoyu hemen yırtıp atıyor, özürlerin yanına vazgeçmişlik sıkıştırıyor.

Bende özürler yok artık oysa, sorular, sorgulamalar, düşüncelerim düşünceleri, düşlerimin düşleri, paranoyalar, "acaba"lar, "keşke"ler, "yoksa"lar. Onlar artık yabancı, kulağımda silik bir uğultudan ibaret. Kendimi suyun kaldırma kuvvetine bırakıp usulca süzülmek var, süzülmek ve beklemek...Kaybettiğim, kaybettirdiğim zamanlara kendimi affettirmek ve bir gün kendimi affetmeyi, olacakları, ya da belki de hiçbir zaman olamayacakları ve hatta hiç olmamış olanları kaşık kaşık içimin gölüne mayalamak zamanı...

Eğer yeterliyse bu özür, yıpranan sinirleri, yıpranan yaşantıları, yıpranan düşünceleri tamir etmeye ve belki çıkmaz sokaklardan, "tamam bir daha olmasın"lardan arınmış yollar yaratmaya ve yolları koşmadan, kaçmadan, korkmadan bebek adımlarıyla keşfederek yürümeyi sağlarsa, beklentilerden soyunup "bekleme"yi öğretirse bu kız yeniden net görebilecek...

O zamana kadar pembesini griye boyamaya devam edecek...

No comments:

Post a Comment

konuşun bakalım: