Monday, December 13, 2010


İki kişiden ancak arkadaş olur, çift üç kişiden oluşur.

“Çok okumam gerek”…çok okumam gerek. Böyle diyorum gezinirken kitapçıda, sevişirken kitap kapaklarıyla, heyecandan raflar devirirken ve tanımadığım adamlara gülümserken. “Okuyabilmek için insanın kendisini sevmesi gerekir, azıcık da olsa” demiş John Berger, onu hatırlayıveriyorum birden. Sonra kelimeler, sözler, kavgalar, dövüşler… “önce sevmen gerek ama, birazcık da olsa”lar…Kendimi o kadar önemsiyorum ki ben, birden aklıma bu kalıbı John Berger’den de önce benim kurduğum fikri geliyor…kendimi o kadar önemsiyorum ve insanlar o kadar anlamıyor ki bunun esasında beni mutlu etmediğini, içimdekinin basit bir şımarıklıktan ibaret olmadığını anlamıyor insanlar, hissettiğim her duyguyu ta en dibine kadar kemiklerime işleyene ve beynime kazınana kadar derinlerde yaşadığımı anlayamıyorlar, kavga ettiğimde en çok kendimi yaraladığımı bilmiyorlar, öyle gecelerin sabahlarında yalnızca Küçük Prens’in içimdeki şeytanları kovalayabildiğini bilmiyorlar.

Böyle anlarda “insanlar” derken tek bir kişiden bahsettiğimi bilmiyorlar.

Buraya en son babamla gelmiştim…ölü bir baba, çok okuyan çok yazan, çok ilgisiz ve çok kızan bir baba. Sevdiğim tüm adamlar gibi, sevdiğimi itiraf edemediğim, çokca nefret ettiğim bir adam. Bu kadar çok okumasaydı keşke, hayranlığımı sadece bu noktaya uyandırmasaydı, ilgisiz duyarsız kapalı ve kör orospu çocuklarına aşık olmamı sağlamasaydı Freud’u doğrularcasına. Bir ameliyat öncesi, içimde içimi harekete geçiren hiçbir his yok, uyumak istiyorum yalnızca, geri dönüp uyumak istiyorum, orada yatan adam hayatıma engel oluyor ve bunu kimseye anlatamıyorum…Vicdandan bahsetmeyin bana, vefadan, hakkaniyetten bahsetmeyin…ben sadece uyumak istiyorum! “Anneni yalnız bırakma” diyor, gözümün içine baka baka sahtekarca günah çıkarıyor karşımda ve ben sadece “Yalnız mıydı sanıyorsun? Senin yokluğun onun için bir şey ifade ediyor muydu sanıyorsun? Bunca yıldır neredeydin sen?! Ölsen fark edecek mi sanıyorsun?Ben vardım zaten…hep ben vardım, sadece ben vardım, ben ben ben!!!!” diye bağırmak istiyorum; ama senelerdir beynime işlenmiş olan o politik sosyal normlar, ayıplar günahlar durduruyor beni “tamam” diyorum sadece, uzun zamandır ilk defa haykırmak isterken tamam diyorum. Öleceğini zannediyor, öleceğini hissediyor, biliyorum. Odadan çıktığım anda “geber pezevenk!!” diyorum, elbisemin aşağı kaymış olan sağ üst köşesine, ağzımdan çıkan küfüre, günlerdir eve gitmemekten yağlanmış olan saçlarıma tiksinti-kınama ve ağız sulanması karışımı bakan hastabakıcısına tükürükler saçarak bu sefer daha yüksek sesle bağırıyorum “geber pezevenk!”. Kendisine söylediğimi sanıp gözlerini kaçırıyor.

Ama ölmüyor, Tanrı bile –erkek olduğundan olsa gerek- benim isteklerimi dinlemiyor, beni görmüyor. Böyle anlarda hayatımın film kaplı bir camın ardında olduğunu düşünüyorum, benim gördüklerim beni hiç görmüyor, görmek için camı kıranlaraysa cezalarını kesiyorum, benim istediklerim beni hiçbir zaman görmüyor.

Öldüğünde, 22 yaşımdaydım. İçimden “affettim, şimdi affettim seni.” Diye fısıldadım. Onca para, “canım kızım”lı telefonlar, evindeki fotoğraflar…kimse tüm bunlara rağmen neden affedemediğimi anlamadı, ve ben o yüzden içimden fısıldadım, ben anlaşılamamaktan korktuklarımı hep içime fısıldadım. 22 yaşındayım ve çok yorgunum, saatler süren uykular, kahkahalar süren geceler, onca boş zaman, okumadan, yazmadan heba olan onca zaman…ve ben yine de yorgunum. Kimse neden yorgun olduğumu anlayamayacağı için ben her sabah kalkıp koşuya çıkıyorum, koştukça yorgunluğumu içime fısıldıyorum.

Sonra bir adam, telefonun diğer ucunda neye ağladığımı anlayamadığım bir adam…Hayat bize en büyük kazığını sarhoşken geçen telefon konuşmalarında atıyor, ne olduğunu anlayamadığım hatalar, artık açılmayan telefonlar, bulanık bir zihin..

“Senin için daha ne kadar “ne” olabilirim bilmiyorum.”

Sadece bunu hatırlıyorum, haftalardır bir bu yankılanıyor kafamda. Ve ben o telefonda, o adamlardan hangisine ağladığımı hala bilmiyorum. “O da çocuk, bunda bir kötülük yok, ne kadar bencilsin, o da bir çocuk…onu da sevmeliydim, hem seni sevmedim değil ki onu sevmedim diye” en son bunu demişti biri, hesabım bitmedi hala. Hesabımı bitiremeyeyim diye gitti belki de kimbilir, boğazımda bu siktiğimin yumrusu ömür boyu kalsın diye…Diye, diye…Bunları diye diye gitti. “Kendini “o”nunla kıyasalama” dedi diğeri de. Neden anlamıyorlar? Kurtuluşum için İsa’dan çok daha basitine ihtiyacım olduğunu anlamıyorlar.

Ben isimlerini ağzıma besmeleyle alırken, ben Tanrı’ya inat onlara 100 isim takarken, ben en acı en sarhoş en şuursuz cümlelerimi onlara kurarken –ki ben bu cümleleri sadece en sevdiklerime kurarım- nasıl beni bu kadar kolaylıkla, fütursuzca bir başkasıyla kıyaslayabiliyorlar? Delirdiğimde nasıl oluyor da şaşırıyorlar?

Nasıl oluyor da biri diğerinin varlığı, yokluğu, benim için ifade ettikleriyle zerre ilgilenmiyor?

Siliyorlar. Siliyor, gidiyor ve boğazımda yumrular, içimde canavarlar bırakıyorlar. Odamın duvarında asılı bir İsa resmi var, ve sırf ona inanmıyorum, sırf ona körükörüne bağlanamıyorum, sırf bir türlü kendimi bırakamıyorum ve delirmekten vazgeçemiyorum diye o da kendini atıyor yere, eğilip ağlıyorum…Ben bugün uzun zamandır ilk defa ağlıyorum…hangisine ağladığımı bilmiyorum. “Neden yalnızca beni seçmedi?” diye ağlıyorum. Ve onlar anlamıyor.

Ben anlıyorum. Artık kabullenebiliyorum, tek olamayacağımı kabulleniyorum. Geçecekse bu his, artık biliyorum; iki kişiden ancak arkadaş olur, çift üç kişiden oluşur.

Çok okumam gerek…Yokluğunda çok kitap okudum diyemeyeceğim, yokluğunda hiçbir bok yapmadan boşluğa bakıp oturdum saatlerce. Boşlukta onlarca adam geçti, üstümden, içimden onlarca adam geçti…diyebilmeyi çok isterdim…ama biliyorsun, köpek gibi biliyorsun yokluğunda hiçbirşey geçmedi, hiçbir yara iyileşmedi. Çoğu insan kanayan yaralarına birer yara bandı yapıştırır ve hayatlarına devam eder, ben sadece oturup iç kanamadan ölmeyi bekliyorum.

İçimdeki tüm adamları kanamadan öldürmeyi bekliyorum. Virgülü istediğin yere koyabilirsin.

Sunday, November 14, 2010

Bazı şeylerin ilacı sarmada gizli

Dün geceden beri ağlamaktan gözlerimin yaşı kurudu sanırım, bir de üstüne sabah nefes alamadığımı farkedince panikleyip bi psikolog ablam var benim onu aradım anlattım böyle bir bir buna verdiği öğüt benim gibi bi mazoşisti teşvik edici nitelikteydi gerçi ama ("acı çekmekten korkma, çekiceksin tabi, kendi kendine geçecek" vs vs) rahatladım sanırım biraz, hah adam hala bok gibi davranıyo, ben hala neler dediğimi hatırlamıyorum ve kalbimde hala çarpıntı var ama nefes alabiliyorum en azından bu iyi bişey olsa gerek. Geldim bi de eve hunharca bir koca paket yaprak sarması vardı onu bitirdim falan, iyiyim şimdi sanırım ya da düşünmemeye çalışıyorum.

French Ojenin bloguna sardırdım bu arada, sıradaki sevgilisine mektup yazmış herkesi de mimlemiş eh bu boktan günün temasına da uygun ya hani ben de yazayım dedim;

Sevgilim,

Ben sevdiğim zaman yavrusunu boğmaya çalışan ayı gibi oluyorum ya hani, öperken bile ta iliklerimde hissetmek için incitiyorum mesela; korkma o zamanlarda benden nolur çok sevdim diye bırakıp gitme sen de beni.

Korkuyorum çünkü ben, benden gidilmesinden korkuyorum, kaybedeceğimi anladıkça delirecek gibi oluyorum ve nefes alamadığımda boğazım çok acıyor, acıtma sen de beni.

Kızdığım zaman gözüm başka birşeyi görmüyor, azcık da içtiysem kendimden geçiyorum ya hemen, affet beni...süründür biraz aklımı başıma getir ama affet ya, çocukluğuma ver, sevgime ver, boşver...

Kıskançlıktan gözümün önünü göremediğim anlarda sakinleşmemi sağla ne olur kafamdaki saçma düşünceleri uzaklaştır, beni benden benim içimdeki o canavardan koru olur mu sevgilim?

Ve beni en çok da kendinden koru, bir gün gideceksin sen de biliyorum...mümkünse canımı söküp çıkaracak kadar çok sevdirmeden git.

Aslında böyle olmamalı

Aşk derken içi acımamalı insanın. Hayır, aşk böyle olmamalı. Sabahın köründe kötü rüyalarla uyandırmamalı insanı, sürekli olmayan birinin hayaletiyle yaşatmamalı. Yarıştırmamalı. Olmaz, aşk böyle olmaz. Güne pişmanlık cümleleriyle uyandırmamalı. Köpeklerden korktuğu için kilometrelerce ötedeki bir insanın sesine ihtiyaç duyurmamalı, bu kadar aciz bırakmamalı. Tek istediğin sarılıp uyumakken geçmiş sevişmelerin çetelesini tutturmamalı, içini kemirenlerin hesabını sordurmamalı. Ekmek bıçağına kurtuluş olduğunu düşünerek hasretle baktırmamalı, ve onu eline alamayacak kadar cesaretsiz bıraktırmamalı insanı. Olmamalı ulan aşk böyle olmamalı!

Şimdi düşününce içki de böyle birşey olmamalı, söylemekten en çok korkulan cümleleri söyletmemeli, kendini bir kenara bırakıp çaresizce özelinin karıştırılmasına izin verdirmemeli, bu kadar acıtmamalı, bu kadar savunmasız bırakmamalı. Maskesini zırhını en giyinip kuşandığı anda insanı böyle çırılçıplak bırakmamalı. İnsan içtiği zaman en farkında olmadıklarını sevmeye başlamamalı. Göz kapakları artık aralanmayıncaya kadar ağlamamalı insan. Olmamalı, böyle içilmemeli.

Tek haneli rakamlarda uyanmamalı insan düşüncelere yenildiğinden, olmamalı, yapmamalı. Sesi bağırmaktan çatlayıncaya kadar sesli düşünmemeli, bu kadar sesli olmamalı. Etraftaki tüm sesleri susturacak bir suskunluğa da bürünmemeli, gururu boktan bir çöp poşetine sardırıp içini kusturmamalı, kanatmamalı bu kadar. Böyle olmamalı ya, başka biri olmaya "o" olmaya özendirmemeli.

Artık yazmaktan ölesiye korkarken ve üstelik yorgunluktan dizleri titrerken delirmemek için, yine yeni yeniden içmemek için, hatırlamak için, ve hatırlarken unutmak için sonsuza doğru yazdırmamalı. Büyüdüğünü sanırken ne kadar küçük ne kadar gelişmemiş olduğunu hatırlatmamalı. Yürüdüğün tüm yolları anlamsızlaştırıp tek bir adım bile katedemediğini göstermemeli, yaşananları silmeye çalışırken kalan tek izin kendisi olduğunu düşündürtmemeli. Bunu böyle yapmamalı.

Duvarlar tek bir adamın adını fısıldamamalı, böylesine teslim olunmamalı, senelerdir nefret ettiği bir göbeğe sahipken insan kilo verdiğine üzülmemeli, nedensiz yere küçülünmemeli. Ana rahmine dönüşe özlem duyulmamalı, kıvrılıp kıyıda köşede soğuk parkelerin üstünde yardım çığlığı atmamalı insan, bu kadar muhtaç olmamalı.

Aslında hiçbirşey bu kadar acıtmamalı, küçük çocuklarla konuşmaya hasret kalınmamalı, işi gücü bırakıp köhne bir parkta o çok korktuğu köpeklerle boğuşurken teselli aramamalı insan, gelmişine geçmişine küfüredip küçüle küçüle yok olacağı günü beklememeli, elleri titrerken satırlara umutsuzluk sığdırmamalı, yaşıtları gerçek dünyayla yüzleşirken bir hayalin peşinden dizleri yara bere içindeyken koşturmamalı insan.

Var gücüyle esnerken acıyacağından haberi bile olmadığı organlarını keşfetmemeli insan, beynini zorlayıp hatırlamaya çalıştıkça bir yastığa isimler takmamalı. Pis bir havluya anlamlar yüklememeli, çalılıkların arasına girip de işemeye başladığı her an yüzünde saçma bir gülümseme olmamalı.

Bir insan kuaförünün önünde sevişmiş olmamalı, saçları taranırken o camdan dışarıya bakıp aynı geceyi tekrar tekrar hatırlamamalı, hiç tanımadığı en yakın arkadaşlara dert anlatmaya çalışmamalı, yapmamalı ulan!Acıdan ölmek üzereyken "keşke ölsem de üzülse" dememeli, düşünmemeli.

Saçlarından hala sular süzülürken tekrar tekrar duşun altına atmamalı kendini insan, üşütmemeli. Adını bile duymadığı hastalıklara razı olup bu acının gitmesini dilememeli, laf anlatmaya çalışmamalı, fırsatları kaçırmamalı, "benim gibi ol" diye beddua etmemeli, dünya yüzünde bildiği en büyük kötülük kendisi olmamalı, hayatını bir bok çukuruna gömmemeli.

Aslında böyle olmamalı ulan, olmamalı!




Friday, November 12, 2010


Ben buna başlık bulamadım ama çok fena sövesim var.

Hani birileri hayatınızdan çıktığında ağlıyorsunuz ya; ikiyüzlüsünüz topunuz. Biri öldüğünde de sırf onu bir daha göremeyeceği için üzülenlerdensiniz. İşin kötüsü ben de sizdenim.
Burada oturup uzun şeyler yazamadığıma üzülüyorum.

daha önce girdiğim gibi aynen kapı aralık,manzara donuk ve üşüyorum yine ben.

Belli beklentilere sahip olduğunuzdan sırf oturup karı gibi "ağlıyorum-zırlıyorum" temalı yazılar yazarken kalbinizi kırmamak için usul usul siktiri çekenlere iki gün önce şöyle aşığım böyle aşığım diye atıp tutarken iki gün sonra güzel gününde hırsınızdan bir şey demiyorsanız ikiyüzlünün allahısınız. Ve benim olduğum yer, sizinkinden olabildiğine uzakta.

Ben sevdiğim zaman fısıldamaya başlıyorum oysa, yorulduğum zamanda bile monologlarla avunuyorum, siz sufle alırken bir anlık heveslerden;
ben çok güzel seviyorum.

Herşeye rağmen kendimi kanata kanata izin verilen kadar oluyorum ve daha ne kadar "ne" olabilirim bilmiyorum.

Tüm sislerin içinde bir yerlerde görünür olduğumu bilirken bile sisi dağıtmamam da bundan sonra,
görüş bulanıklaştıkça, güzel görünür çünkü bazı renkler.

Susuyorum.
Dilimin ucunda sözler var ama onları kırık camların içinde saklıyorum,
"aman dikkat et, cam yürür" derler ya hani,

eline batıp yürüyeceği günü bekliyorum.

Sunday, September 26, 2010

Ben bugün çok eziğim.

Damla bir gün bir sprey bulmuştu da dudağımıza sürmüştük, saatlerce uyuşmuştu dudaklarım. Keşke duyguları da uyuşturacak bir sprey olsa. Herşeye bir çare bulan bilimadamları keşke bu sefer de bana bir çare bulsa, sevmesem keşke artık hiç. Hissetmesem ya da, sessiz sedasız sevebilsem keşke. Susabilsem biraz. Oysa bilmez misin sen susan bir kadın kadar gürültülü birşey yoktur esasında.

Sakın beni inandırmaya çalışma, hiç kötü bir adam değilsin sen. Ne yazık ki değilsin. O zaman o kadar kolay vazgeçerdim ki, çok gördüm çünkü ben kötü adamlar. Sen çok güzel şeyler yazıyorsun oysa. Ve ben yazan adamları çok severim bilirsin. Ben çok güzel seviyorum. En çok seviyorum, ve o yüzden en çok kaybediyorum. Birazcık sevsen sen de, ben geri kalanını senin yerine de severim. Seni iyileştirmek istiyorum ben, ben iyi değilim ama. Hiç değilim. Varsın olmayayım, sen iyi ol yeter. Hastalıklı bir düşünce biliyorum ama yeniden sevilebilir bir adam ol istiyorum, sevebil istiyorum hem de uzaklara kaçmadan, beni olmasa da birilerini yine sev ve yine çok güzel şeyler yaz istiyorum.

O kadar fazla çirkin, karaktersiz insan mutlu ki. Bu mutsuzlukta bir adaletsizlik var diyorum. Hiç mi sevmiyor acaba Tanrı beni? Ben birşey yapmadım ki. Kendimi en günahsız sandım ve kendimi taşladım sadece. Senin yüzünden mutsuz olmak sevindiriyor oysa beni. Tamam diyorum artık, amacımı buldum. Durduk yere ağlamaya başladığımda arkadaşların omzunda artık sebebini biliyorum diyebilirim. Sonuna kadar bağırta çağırta içimi içimden söke söke mutsuz et beni istiyorum.

Bunun için önce sevmen gerek beni ama.
Birazcık.

Saturday, September 25, 2010

İnsanları seviyorum, erkekleri değil.

Klasik soru vardır ya hani, "neden yazıyorsun?" diye. Ben biliyorum. Ne "yaz" dedikleri için ne şu üç kuruşluk dünyada olur da üç kuruş daha kazanırım diye. Yazmazsam ben, deliririm biliyorum. En çok sevmem gerekenlere kinim var benim, dünyanın çirkin bir yer oluşu, insanların mütemadiyen birbirinin etine aşermesi, aslında hiç "sevgi-li" olamamış sevememiş sevgililer, sabahın köründe sırf haftalardır aramıyorsun diye "vefasız"lığını yüzüne vurmak için arayan ve hayatın hakkında hiç bi halt bilmeyen, işin komiği tüm bunların mimarı olan babalar, bir yerlerde bir gram nefes için çırpınan kadınlar ve onların celladı olan adamlar var. Bunları yazmazsam deliririm ben, biliyorum. Deliliğe vuruyorum ya o yüzden. Kocaman gülüyorum önce, sonra satırlarca ağlıyorum. Ama en çok en kocaman en güzel seviyorum. Ben o kadar güzel seviyorum ki, en nihayetinde yılanın sözüne kanan ve aptallığına doymayıp elmayı ısıran 2 soysuzdan olan tüm insanlığa yetecek kadar sevgim var benim. Keşke adem yılanın kafasına basıverseydi oracıkta. Keşke erkekler akıllı olabilseydi biraz daha.

Erkekleri sevmiyorum ben, bunu ciddi ciddi oturdum düşündüm. Hayatıma giren hiçbir erkek tam olarak okuyamamışsa içimi, içime gerçek anlamda girememişse, üstelik gözümü açtığımda erkek dediğim ilk insan bile hani kendi kişisel adem'im bile yapamamışsa bunu, sorun bende değil demektir. Ben İsa olsunlar istiyordum oysa, kimi sevsem gerçekten içimden "farkında değil misin?belki de benim kurtarıcımsın" diyorum. Kurtarmıyorlar. Sevmiyorum ama bir şeyi de inkar edemiyorum; büyük şehrin 12 cm topuklularla sendelemeden kendi ayakları üzerinde durmayı bir kişisel zafer olarak kabul eden kadınlarından olsak da herbirimiz tanıştığımız her erkekte o İsa'yı arıyoruz. Erkek nankörse, içgörüsüzse kadın da zayıf o yüzden. Düşündüm de, belki de kadınları da sevmemeliyim.

Kalabalıkta tanıdık bir erkek yüzü, yalnızken başımızı sokacak bir kol; sarıp sarmalanmak istiyoruz yani en nihayetinde. Ve sevişiyorsak eğer tamamen ait olmak istediğimizden; hepimiz Kezban'ız yani bir yerde. Erkekler anlamıyorlar, "artık büyüdün" diyorlar, bir kadının hiçbir zaman büyümediğini, bunu istese de yapamadığını göremiyorlar. Üstelik bunu biz kendimize yapıyoruz, muhtaç olduğumuzu kendimize bile itiraf edemediğimizden, erkekleri de inandırıyoruz başımıza buyruk olduğumuza. Ben değilim. İstediğimde çekip gitme, müdahale ettirmeme hakkı da bulsam kendimde birileri beni durdursun istiyorum.

Yürümekten yoruldum çünkü ben, artık "dur" desinler istiyorum.
Durdurmuyorlar.
Ben de dinlenmek için yazıyorum.
Delirmemek için.

Friday, September 03, 2010


Bak sana ne fısıldayacağım.

Gözünden öpme ayrılıktır derler, ağzımdan da öpme laf olur sonra, dudağımın kenarı eskiden özeldi, artık sıradan. Ellerimden öp sen hep beni kimsenin bilmediği yerlerimden. beceremiyoruz sanırım ya ikimiz de, çok da romantik olma esasında. Gırla küfür edeyim ben yine sonra kendi hayvanlığımdan utanayım.

Ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim, dört duvar bir evde günlerce yataktan çıkmadan oturalım ben senin sırtını kaşıyayım arada, sen küçükken annemin yaptığı gibi o alçak tabureye oturt köpürte köpürte yıka saçlarımı.

Bak sonbahar da geldi hem, hırkalarımın kollarını çeke çeke ısıtmaya çalışayım ellerimi, arada bir çift eldivenin tekini dönüşümlü giyebilelim. Sıkış tepiş yaşayalım be şu hayatı da ite kaka olmasın ama olur mu?

Çiçek sevmem mesela ben, çok istersen gelirken bir bağ semizotu alabilirsin ama mesela, rakıyla öyle güzel mezeler yaparım ki aklın durur. 2 dubleden sonra şu koltukta sızıvereyim ve uyandırma beni lütfen.

Büyümüş de küçülmüş bir çocuktum ya ben, şimdi bırak çocuk olayım biraz.

Gözüne bir şey kaçmış diyorlar son günlerde, üç yerden birden diyorum. Çatal gibi batıyor içime.
Çağırınca gelirmiş ya hani...
Üç harfli.

Tuesday, August 17, 2010


Sıkıntı insana inanılmaz şeyler yaptırabilir.