Monday, April 12, 2010


Barbados

Marble House gibi içime işleyen bir parça yapan The Knife'a ve hocam Mehmet Eroğlu'na....(Şubat 2008)

“Barbados’a ne kadar kaldı?”
Odama sızan sarıyı boğucu bir kızıla boyamaya uğraşırken bu soruyu sayıklıyordu beynim yüreğimle dalga geçercesine. Barbados…
Yıllar önce bugün Barbados’la uzaktan yakından alakası olmayan bir adada yine kızıllar vardı. İçime dağınık durmasından korkmaksızın özenle yerleştirdiğim tek bir renk. Milyarlarca rengin içinde savrulup duran tek birini kendime yakıştırmış, milyarlarca insanın içinden sıyrılıp geçivermiştim.
“Yaptıklarımın bazısı para için…Bazısı ise bedava olacak” demiştim sonraları. Adil bir sözleşme olmuştu bu görünürde.
Hiç konuşmamış ve hatta tanışmamış olduğumuza inandığımız dakikalar, yalnızlıkla sonlanır sonrasında garip bir ortak noktamız olduğuna inanmaya çalışırdık.

Kızıllık yok oldukça yerini gözleri kör eden şeffaf bir ışıkla sarıp sarmalıyordu.
Cam bir bilyeden yapılmış gibi gözüken odanın içinde yattığı yerden hafifçe doğrularak:
“Ektiğim her tohumdan birer mahkum büyüyecekmiş gibi hissediyorum Seda…Saçımın her bir telinden birer deli doğacak sanki…Kazı gitsin…”dedi.
Yıllarca çocuğuna bakar gibi beslediği büyüttüğü saçlarını keserken:
“Tanıştığımız günden bu yana yüzünü hiç bu kadar net görememiştim biliyor musun?”dedim. Odanın her yerinde avutulmayı bekleyen bir acı vardı sanki ve ikimiz de bundan bahsetmek istemiyordu.
“Artık pek de tanıyamadığım bir yüzü yeni yeni tanımaya çalışıyorsun…Benim gibi bir tutsaksın işte şimdi…” diye mırıldandı. Sonra birden yıllardır bunu söylemeyi bekliyormuş gibi: “Barbados’a gidelim bir gün seninle…Dönmeyelim ve bir daha olur mu?” dedi.
“Sen nasıl istersen.” dedim odayı tüyle dolduran kızıl kahve gri boşluğa hayranlıkla bakarak.

O evde boşluk hep vardı…Bir yerlerde pusu kurup boşluğun içinden sıyrılıp diğer taraftan bakmak istedim, gözle görülür hiçbir sonun olmadığı bir patika yapacaktım önce kendime ve –artık yerde ölü bedenleriyle yatan- saçlarını taradıkça biraz daha biraz daha başlangıç noktasına yaklaşacaktım. Gözüme bir yerlerden simsiyah tüylü bir kedi ilişti ki:
“Parfümünün adı ne Seda?” diyen sesi dürttü beni.
“Parfüm kullanmıyorum…Banyodaki sabunun kokusudur, hani seni de yıkadığım.” Gözlerindeki titremelerden sinirlendiğini anlıyordum. Bu oyun hoşuma gidiyordu, onu önce kızdıracak sonra sakinleşmesi için anlaşmanın “bedava”ya gelen kısımlarını tekrarlayacaktım.
“Anlamadım?” Bedeninde hızı kaldıracak güç kalmamış olsa da beni takip ediyor, zihninde güvenli bir ekran yaratıp her bir dokunuşumu oracığa kaydediyordu, bir dahaki sefere lazım olur diye belki, kimbilir.

İçimin değil doğanın bahşettiği bir kızıl kaplarken camdan bilyeyi aşağıya yürümesine yardım ettim. “ Evde hiç scotch kalmış mıdır?” dedi bir şeyler söylemek zorundaymış gibi hissederek kendisini. “ İçkiyi bıraktığını sanıyordum…”
Kimseye ve hiçbir şeye bağımlı olmamaya yemin ettiği o gece geldi aklıma, sırf meraktan ve biraz da hatırlamama yardım etsin diye ellerimi cennete doğru kaldırdım. Bize ne vereceğinden emin değildim yukarıdaki iki gözün ama beynim sorularla yankılanıyordu…Neden beraber kaçmak istiyordu? Neden yorgunluğuna teslim olmuş beni de savunmasız bırakmıştı?

“Bırakmadım Seda!!Ben hiç kimseyi ve hiçbir şeyi bırakmadım!!”. Neyse ki gözlerden ırak bir yerlerde yaşıyorduk, yoksa böyle anlarda eski dostu “Mary Jane” hariç hiç bir şeyin onu sakinleştiremeyeceğini biliyordum, benim açlıktan deliren o doyumsuz hizmetkarlığımın bile.
“Aferin…Onca yıllık yıllık hocalığım boşa gitmemiş” dedi sanki canımı acıtmak beni ezmek istiyordu.
Sekiz yıl…
Yazarın dediği gibi “intihar tek gerçek nefs-i müdafaadır”dan beri geçen tam sekiz yıl!!
İlk karşılaşmamızda çocukça bulduğu şu satırları okuyup beni ömür boyu müebbete davet etmişti:

“bitti mi şarkısı gecenin
hakkaten bitti mi?
yalan söylüyorsun! inanmıyorum sana!

çantam hazır ve şarkım azaldı sonsuza kadar yaşamayacağım dünya bensiz döner mi? rüzgar eser ve küllerim savrulur unutulur gider varlığım bir gün gelir....gidiyorum siz olmadan gidiyorum zaman bitti gidiyorum ben buralardan gidiyorum söz bitti... önce anıları söktüm duvarlardan ben yokken bakmasınlar bugüne.. sonra yerleri ve mekanları içtim dışarı çıkarken her anı kanatır ve acır... geriye ne kalacak geçmişten ? biraz kahkaha ,gözyaşı ve duman ..sigaramın ucunda küllenmiş dünya çırılçıplak sokaklar ben giderayakken gidiyorum siz olmadan gidiyorum zaman bitti gidiyorum ben buralardan söz bitti söz bitti........ önce anıları söküm duvarlardan ben yokken bakmasınlar bugüne.. sonra yerleri ve mekanları içtim dışarı çıkarken hersey kanatır ve acır... dışarı çıkarken her anım kanatır…”

“Bundan intihar mektubu olmaz Seda…olsa olsa ucuz bir aşk romanı, bir geri kazanma aracı olur.” demiş, evine kadar sürüklemişti.

Ve yıllar sonra bugün uyandığımda saklandığımız küçük bahçeden kaçıp koşup kurtulup gitmişti işte. Cinsel yolla bulaşan ölümcül bir hastalık gibi kelimeleri her bir hücremde dolaşmaya devam ederken sekiz yıldır ilk defa kendim için bir içki doldurmuş, kıpkırmızı bir ekrandan özetleri izliyordum işte şimdi. Bu kadar yorgun olmasaydı benim yolumdan gideceğini hiç sanmıyordum. Bu kadar yaşlı bu kadar çürümüş, bu kadar ketum olmasaydı…Bu kadar bıkmasaydı tüm bu şeffaflıktan.

İnce ipekliden bir kumaşla öpüşmeye bırakmadan önce bedenini söyledikleri zihnimde yankılanıyordu:
“İlk sen gitmeliydin Seda…Sıra senindi bunu biliyorsun değil mi?”
Elinden kırış buruş bir kağıt düşerken bile çabalıyor,savaşıyor ama kendini soğuğa yokluğa teslim ediyordu. Saçlarımı kendine doğru son bir kez çekti ve:
“Barbados’a ne kadar kaldı?” dedi.

Barbados’a o küf kokan kesif kokusuyla,kül rengi benziyle girdiğimde ben 40 Hakan ise 32 yaşındaydı. Belki de ilk ben gitmeliydim…

No comments:

Post a Comment

konuşun bakalım: